Yazılar

31 Ara 2011

Altı Çişli Hayal

Yürüyordum. Yürüdükçe açıldığımı ise hiç mi hiç hissetmiyordum. Bir okul çıkışı onca insanın içinde eve varmayı umuyordum. "Hşşt" sesi geldi gibi geldi,"hooşt" muş. Yanıma bitli bir it gelmiş. Bacaklarımı kokluyordu. "Bana biraz yiycek ver, ahbap" der gibi yüzüme baktı. Oldum olası köpeklerden nefret etmişim bir kere, verir miyim lan sana dedim içimden. Öyle de bir bakış attım soğuktan titreyen hayvancağıza.

Domatesci sinirliydi bugün. Sokak sokak dolaştığı kamyonetiyle pek bir afralı, tafralıydı. Bir taşın üzerine oturup törenvari geçişini izledim. Belki karısına sinirlenmiştir, belki de bilemezsin traş bıçağına. Yok yok mutlak karısına sinirlenmiştir. Traş bıçağına sinirlenir mi bir insanoğlu? Elbette, Olacak iş değil.

Aaa bir kedi geçti önümden. Çikolatalı ve kremalı bir kediydi. Kahverengi, beyaz renkleri pek de güzel bir harmoni değildi. Şekilleri düzensizdi desenlerin. Canım çikolata istedi. Kalktım taştan, azıcık uzaktaki bakkala gittim. Domatesci de çizikli,domatesleri kadar kırmızı suratını asa asa sürdü, gitti aracını.

Bakkala inerken birisi arkamdan "leeeyn" dedi. Bana mı der gibi bakışla döndüm baktım. Bana dememiş, meğersem bakkaldan kaçar adım giden toptancıya demiş. Neyse, dedim girdim bakkala. İçerde yemyeşil gagası erikli bir papağan gördüm. Gülümsüyordu bana, ben de gülümsedim. Bir fıstık attım ağzına. Geri attı suratıma, "ben maymun muyum, kerkenez" bakışı attı bana. Öğrendim ki fıstıklı yiyeceklere bile hayır göstermezmiş, gagasında erikli yeşil papağanlar.

Zar zor seçtim yine çikolatayı. Para üstünü almadan çıkıyormuşum. "Heyyy" dedi bakkal amca, "sadaka mı veriyon velet, al paranı" dedi. Bu anarşist tavırlı gereksiz asilik, daha sonraları ergenlikten erken çıkmamı hızlandırdı desem... Yalan olur canım. Ne alakası var küçücük bir lafın bununla. Çıktım bakkaldan eve doğru yürümeye devam ettim.

Yürüyordum. Yürüdükçe açılmıyor, aksine götüm buzdan da buz kesiyordu. Alt tarafı 400-500 metre ileride olan evime giderken birisinin daha bana seslenmesini istemiyordum. Derken bir "hoop" sesi yankılandı koca kubbede. Yosun kaplı bir su kaplumbağası çıkmaya çalışıyordu logar kapağından. Geldiği yere bakarsan, hiç de kötü kokmuyordu. "Hoop. Ne o bok görmüş kraliçe gibi bakıyorsun bana." dedi ve sonrasında utandı kendinden.. "Ne biçim boktan benzetme yaptım ben yahu" dedi ve koca, iğrenç bir kahkaha patlattı. "Dostum, şu kapağı üzerimden atmama yardım eder misin?" dedi can havliyle çıkmaya çalışırken. Azıcık uzakta penceresi gözüken evime ve soğuktan morarmaya yüz tutmuş parmaklarıma baktım. Fakat, yardım etme isteği ağır bastı ve sırt çantamı okaliptüs ağacının yanında bir anne koalaya teslim ederek, logar kapağının altına girdim. Sayemde çıktı bok yuvasından, yosun kaplı su kaplumbağası. "Sağ olasın dostum. Sen işine bakabilirsin, eyvallah" dedi. Çantamı aldım yürümeye devam ettim.

Yürüyordum. Yürüdükçe açılamıyordum. Yan apartmanın kapıcısı elinde koca bir kürek, kömürden koca bir dağı küçücük bir pencereden evin bodrumuna atmaya çalışıyordu. Eğilmişti ve çatalından öte bütün mal varlığı gözüküyordu. Yerdeki kömür parçasını atasım geldi. Kumruların ve karıncaların yoğun gazlamalarına rağmen yapmadım bunu. Tezahuratların yerini, yanlış ofsayt çalmış hakeme olan gibi bir isyan ve yuhlamalar aldı. Etrafımda it dalaşı yapmaya başladı kumrular. Koşa koşa girdim apartmandan içeri. Apartmanın içinde yere oturup, soluk aldım ve üşüyen ellerimi sıcak kalorifere yasladım.

Evimizin kapısının önüne geldiğimde yerde bir çift plastik ayakkabı vardı.. Evet, evet gelmiş olmalı.
Pantolonumda ıslaklık mı varmış. Hiç umrumda değil. Bin bir sevinçle çaldım kapıyı. Bin bir heyecanla bekledim kapının açılmasını.

Bana anlattığı onlarca masal onu getirmiş olmalı...


Aaaaaaaa. Yine altına işemiş buu!!!
bir nefes
bir nefes daha aldım
sisli balıkesir gecesinde..
bir yıl
bir yılı daha geçmek üzereyken..
umudun son,
karamsarlığın ilk gecesinde.
odam aydınlanmıyor hiç
doğuş sancılarını çekerken güneş
terk etti izleri..
bir ağırlık var kolumda,
hayır hayır omzumda
tam yukarıdan
bastırıyor arsızca.
söyledik bir şeyler,
yazdık, çaldık..
boşuna,
terk etti umut bizi...

26 Ara 2011

uzak doğudan da öteymiş karalar
toprağın kan rengi olduğu yermiş..
bir yer var sana
kırmızı pinokyo bisikletin özgürlüğü
ve de
yavrularını cebinde taşıyan
bir annenin sıcaklığı..
orada var hepsi senin için
minik kız..
uzaklardan da uzak karalara
git.
özgür ol...

derken gitmişsin bile.

18 Ara 2011

Bir İleri, İki Geri

Sıcaktı her zamanki gibi temmuz ayı. Saatli maarif takviminden günler, aylar, yıllar birbir düşse de, o yaşta hiç de ilerlemiyor gibiydi zaman. Büyümenin olabildiğine olan yavaşlığı içi kavuruyor ve bir an önce baban gibi olmak istiyordun. "Oku oku da baban gibi eşşek olma" öğüdü ağır basmıyor, okumak her bir şeyin önemine göre en alt sıralarda yer alıyordu. Bir sıcak temmuz ayının serin bir gecesinde, sahilde, şezlongda uzanarak yıldızlara bakıyorduk.

10 sene geçmemiştir sanırım. Üniversite sınav maratonu bitmiş ve de dinlenmek fırsatı bulamadan kendimi iş ve çalışma ortamında bulmuştum. Bacasız sanayimizdeki yüz binlerce vasıfsız elemandan biri olmak için yollara dökülmüştüm. Sonu hayırlı olmasa da güzel olan günlerde eski şeyler tabi ki insanın peşini bırakmıyordu.

Çocukluktan kalma yakın bir arkadaşımla yoldaşlık ettiğim o günlerde, antre vakitleri hariç sadece geceleri dinlenebiliyorduk. O zamanlarda da yaptığımız tek şey, plaja gidip şezlonglara uzanmaktı. Herkesin elini eteğini çekip, kendini diskolara attığı o zamanlarda en sessiz ve en güzel yer orasıydı çünkü. Sercan'ın astronomiye merakı yüzünden en başlı konu yıldızlar oluyordu. Bir de Ufoları unutmamak gerek. Bir kaç gün sonra sıkılmaya başlamıştım; fakat olabildiğince ayak uydurmaya çalışıyordum.

Artık günler günleri kovaladıkça bu muhabbet sıkmış ve ben de dinliyormuş gibi yaparak başka şeylerle uğraşıyordum. Telefondaki aynı mesajları tekrar tekrar okumak gibi.. Derken aklıma o geldi. Nerede, neler yaptığını o kadar çok merak ettim ki. 1.5 sene olmuştu görmeyeli ve 18 yaşındayken de 1.5 sene büyük bir zaman dilimiydi. Önce telefon numarasını aklıma getirmeye çalıştım. Ama son iki numarayı o zaman olduğu gibi yine karıştırdım. Emin olamadığım için ikisine de aynı mesajı atmayı düşündüm. Mesaj olabildiğince sabit olacaktı. "Ben şu, seni şu şu şu nedenlerle merak ettim, iyi misin hoş musun, nice misin" tadında hoş samimi ve köylü candanlığıyla olacaktı. Bu arada da Sercan anlattıkça anlatıyor, ben de arada ona "he, he" "aaa, öyle mi" diye cevap veriyordum.

Bir kaç dakika sonra mesaj kutuma iki mesaj birden düştü. İlkinde "pardon, tanıyamadım"; ikincisinde ise "İsminizde çok arkadaşım var. Kimsiniz" diye yazıyordu. Ben de numaramı silmiş olmasının sinir bozukluğu ile ikisine de "sanırım, bir yanlışlık oldu" yazdım ve bir daha da mesaj atmadım.

Sercan'ın uzay hikayelerinin heyecanına kapılıp, bir ay daha geçirdikten sonra, eylüle varmadan işten ayrıldım. Takvim yaprakları arkası sıra düşerken süpürge, faraş ortalığı temizlemek gerekiyordu değil mi?