Yazılar

14 Ağu 2012

Gece

dörde varmadan sardığım o tavuklu saat,
dörde geldiğinde sarsam da duruyor,
sarmasam da...

13 Ağu 2012

Pazar Dilencisi

geçen bir acıklı,
bir derin bakışlı,
bir meczup kesip önümü..
varsa sendrom istedi,
uğruna dertlenilesi..

Tasma

Koparıp attıysam eğer tasmamı, bir bildiğim vardır demek ki. Gitmek için bir amacımın olması gerekmiyor. Bu tercih benim ve bu benim en değerli kutsalım. Oysa ki, bununla mutlu olanlar var. Onlar saygı duyulması mümkün olmayan mahlukatlardır gözümde.

Akşam yemeğinde taze fasulye yedik. Sadece fasulye... Yanında pilav ya da makarna gibi bir şey yoktu. Annem yemek yerken durdu ve birdenbire boşluğa dalarak şu sözleri söyledi kendi kendine konuşur gibi :" Eskiden olsa sadece fasulyeyle yetinmezdik. Pilavsız olmazdı. Şimdi ise öylesine tek başına...

"Öylesine ve tek başına.. Evet gerçekten de eskiye dair vazgeçtiklerimizin nerdeyse hepsinin bir anlamı vardı. Onları unutup da şimdi yaptığımız şeylerin ise çoğunu "öylesine ve amaçsızca" yapıyoruz. Ve öyle yaptığımız için de hepsi "tek başına" oluyor. Yapayalnız ve üvey...

Annem artık her şeyden tek bir tane yapıyor. Teklik övgüsü her yerde olduğu gibi bizim evimizde de yerini buldu. Tek tabak, tek çanak, tek bardak... Annem hep bana "oğlum, gün içinde tek bardak kullan" diyor. Tek tabak kullan, bulaşık olmasın; tek çatal, tek kaşık... Teklikler içinde boğulmak üzereyim. Ablam çok uzaklara gittiği için bir anda küçük çocuktan, tek çocuğa dönmüştüm. Ve bunun boğucu etkileri şimdi üzerime geliyordu. Tek olmanın nesi bu kadar kötü diyebilirsiniz. Bu soruyu tek kardeşini kaybetmiş herhangi bir insanın o son vazifesinde, ona sorabilirsiniz.

Evet tek olmak yalnızlıktır. Tek kumanda, tek televizyon birlikteliktir; ama masadaki tek tabak yalnızlıktır. Nerden geldim bu konuya bilmiyorum; ama yalnızlık varsa ortada başka hiç bir şey konuşulmaz. Mesela anlamıyorum hiç, anlaşılmayan olma edebiyatı sürdürmek isteyeni. Bile bile seçmek gibi tek olmanın getirdiği kötü buhranı, oldukça anlamsız ve aptalca yaptıkları. "Elektrik Süpürgesinin çılgın atıksal hezeyanları" demiş mesela bi' tanesi. Ve bunu da o anki kendi psikolojik bunalımına transfer eylemiş.

Böyle de saçma işte bu durumlar. Yaratıcılığın acayip derecede övüldüğü dönemde yaşıyoruz. Annemiz okula gönderirken, "bol creative günler" diye gönderiyor. Peki neymiş bu trendin sebebi: "Tek olmak, eşsiz olmak, farklı olmak." Al sana bi' yalnızlık daha..

Zaten, hayatının 4'de 3'ünü, geri kalan 4'de 1'inde yan gelip yatmak için antisocial biçimde geçiren bu "postmodern insan müsvettesi"nden ne beklenir ki!

Velhasıl kelam, çok düşündüm geceleyin. Gereksiz yere, hem de. Pencerenin karanlıklığından korktum, perdeyi usulca açtım.
Boynumda bir ağırlık var. Rahatsız edercesine orada duruyor.

Sıkıldım!
Kopardım attım tasmamı. Başkalarının ucuna zincir taktığı tasmamı. Adımın üzerinde yazdığı, kaybolmak istesem, hemen birinin beni bulup eski kokuşmuş hayatıma döndüreceği tasmamı.

Bu tercih benim.
Bu benim kıymetliiiiiim..

Çıplak boyunlu olmanın vakti geldi.

6 Ağu 2012

Metin Erksan Zamanı

Burada ilk kez bir yönetmen, film tanıtımı yapacağım. Aslında bunu benim yapmamam gerek; ama çoğu insan bundan 50 sene önce böyle bir filmin bu ülkede yapıldığını bilmiyor. Bilenleri tenzih ederim; fakat Metin Erksan'ın bu filmi çekildiği dönemde yapılan filmlere benzemediği için gösterilmemiş. Çünkü bu film çekildiği zaman için "çağının çok ötesi" bir film. Bu film Müşfik Kenter'in sesine aşina olanlar için garipsenebilir; çünkü başkası seslendirmiş.

İnternette "Sevmek Zamanı" için güzel bir yazıyı alıntılamak istiyorum.

Film üzerine Doğu- Batı aşk anlayışı, varoluşsal yaklaşımlar, psikolojik yaklaşımlar olmak üzere pek çok yorum yapılmıştır ancak burada niyet, filmi ameliyat etmek değil; hissetmek zamanıdır. Günümüze yabancıdır belki bu hissiyatın tadına varmak; evinize girdiğinizde sizin resminizi dalmış şekilde izleyen bir adam, öylece oturmuş bakıyor. Kötü niyet beslediğini düşünerek irkilir insan. Eser, gerçek olmayan bir zamanda gerçekleşiyor gibi görünse de aslında izleyicisini sahte kılarak kendini gerçekleştirir. Şimdi bir an olsun Halil ve Meral’in ilk karşılaşması için filmin içine girelim. Klasik özdeşleşmede filmi yabancılaşmadan uzak ve Halil’le birlikte bir o kadar yakın bir an olsun orada olduğunuzu hissederseniz; elimi uzatsam ve Sevmek Zamanı’nın kalbine denk düşsek…
Düşünün ki bir adam sizin resminize âşık olmuş, ya da o adamsınız ve resme aylar boyunca gelip bakmışsınız. “Siz” ve “O” olmak zamanıysa bizim yaptığımız, biri sizin resminize bakıp aylarca onunla vakit geçiriyor. Oraya ilk girdiğinizde o zarif karşılaşma kadar gerçek değildir belki dünya, belki gerçek olan da o zarif karşılaşmanın ta kendisidir. Ya da Halil olarak gerçek dünyanın çelişkisini, ikiyüzlülüğünü istemiyorsunuz. Bir resme takılı kalmak değildir kasıt, aşkın değişmezliğidir. Meral olarak sizi bu durum şaşırtıyor ve o duruma âşık olmaya başlıyorsunuz. Batı’daki gibi dâhil olmak ya da dâhil olmasını arzu ediyorsunuz. Halil olan siz, dışarıdaki aşk arayışlarından çok daha tutarlı olan kendi dünyanızda yaşamak istiyorsunuz. Tüketim toplumunda bunun pek yeri olmadığı âşikar ama bir düşünsenize Halil’in istediğini; “resmin bana ilgiyle bakıyor ve hep bakacak”. Bundan daha güzel bir şey var mıdır size hep ilgiyle bakan ve bakacak olandan daha sevmek isteyebileceğiniz… Bu bir sanallık içermiyor, “belki ellerimi bırakırsın” korkusu da yaşamaktan kaçmak anlamına gelmiyor aslında… Halil bu ya ebedi aşkın, sevmenin derdine düşüyor. O karelere bakarak biz de her seyrettiğimizde hayal kırıklığına uğramıyoruz. Bir film ilk seyredişinizden sonra  tekrar izlediğinizde de defalarca hep aynı sonla biter. Biz mi gerçeğiz yoksa “Sevmek Zamanı” mı…

“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum ‘Kürk Mantolu Madonna’yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”
Raif Efendi- Kürk Mantolu Madonna/ Sabahattin Ali

Bir de Raif Efendi var, muhteşem Raif Efendi… Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sına baka kalan… Onun için Sevmek Zamanı, 1943′te başlamış. Surete âşık olma teması ile ilk akıllara gelen eserlerden birinin başkahramanı. Halil gibi bir resme bakakalan,  yıllar sonra Halil’de başka bir halini hissettiren… Halil’in resmi sevmesinden uzun yıllar sonra ise Wong Kar-Wai “Aşk Zamanı” ile gelip içinize işliyor ama Sevmek Zamanı’ndaki resme duyulan aşk, Wong Kar Wai’nin “Eros” alı filmdeki dokumasında tekrar akla düşüyor. “Eros”ta, sevdiği kadına dokunamayan bir terzi, diktiği elbiseyle bağ kuruyor onunla; Halil’den farklı olarak “oymuş gibi” ve Halil’e benzer olarak dış dünyaya uyumlanmaktan çekinmeyi hissettiriyor. Wong Kar-Wai her filmini şiirsel bir dille aktardığı için terziliği de şairane oluyor. Dokunma isteği, bir sahneyle ona dokunmadan gerçekleşiyor.
İstanbul’a, “Tûtî-i mu’cize-gûyem”e, yağmurun iki insanın arasına yağmasına, ayakkabıyı çıkarıp karda çamurda yürümeye bakakalmaktır sevmenin zamanı. İzlediğinizde bazen sadece replikleri duyarsınız, bazen de görüntüleri… Kimi zaman sesini kısıp görüntüleri akar boşlukta… O an bu satırları kaleme alan kişi için filmin her karesine, Batı’nın aşkı adına Songs: Ohio’nun “The Lioness” albümü, doğunun aşkı içinse Tanburi Cemil Bey eşlik edebilir. Sevmek Zamanı ise ışıkları kapatıp dalıp öylece izlemek için başucunuzda durur. Sevmenin zamanına âşık olana dostça ve iyilikle bakar ve ebediyen bakacaktır.

Rus Dansı

Hayatımın fon müziklerini değerlendireceğim biraz. Gün boyu ıslıkla kendime arkadaşlık ettirdiğim enstrümentalleri. 1 haftadır fon müziğim aynı. Hiç değişmedi nerdeyse. Çenemle ve ayaklarımla ritmini tuttum. Biraz da müziğine şarkı sözü yazdım. Akşam yazdığımı sabahına, sabah yazdığımı ise öğlenine ve öğlen yazdığımı ise akşamına unuttum. Demek ki, yine, güzel yazamamışım. :)

Tom Waits- Russian Dance

http://www.youtube.com/watch?v=ypH_fNDdKio


4 Ağu 2012

Kroşe

Şehir merkezi-centrum'dan ibaret değildi hayatımız. Hepimizin bir kıyısı, bir köşesi, bir varoşu vardı. İçindeki hayatımız fotoğrafçıya poz veren sümüklü varoş çocuğu kadar değerliydi. Bu değerden memnunduk. Vazgeçmek bu memnuniyetten kendimize yapacağımız büyük bir haksızlık olurdu. Gecenin köründe dinlediğimiz, bizi hüzünlendiren ama sabahında o etkiyi göstermeyen bir şarkıydı hayatımız. Gibi bağlaçlarıyla kurulmuş benzetme sanatlarına mütemadiyen bağlıydı. 

Defterine yazdığı bu son cümleler bir şey anlatıyor muydu bilmiyorum. Edebi cümlelerden kaçınır bilirdik onu, ki yaptığında da pek bi' beğenmezdik yaptığı şeyi. O da beğenmiyordu ki cümleleri kısa, kelimeleri azdı. Bir diğer sayfada ise şunları yazmıştı.


Kendi "y"mi kaybetmesem de, ben de yazabilmeliyim kısa ve etkili şiirler. Bir maniden kalitece bir iki satır yazamıyorum. Benim ruh halim yumruktan kaçınıp, aslında yumruğa koşmakmış. Yüzümde yediğim anda yapamadığım her şeyi yüzümde buluyorum. Gördüğüm her yerde akıp gidiyor. Kaçmadan durduğumda ise bu sefer en diplerimde acı hissediyorum. Bu ise yiyeceğim herhangi bir yumruktan daha uzun ve acılı bir süreç doğuruyor. Bu yüzden "y"mi kaybetmesem de en azından bi' tane "a"yı kaybetmeliyim. Belki o zaman bir şeyler yazabilirim.

Sonuna doğru gittiğinde o "a"yı bile kaybedemediğini anlamış olacak ki, suni yollardan yaptı bu ayrılış hikayesini. Kendiliğinde gitmeyeni tankla, tüfekle, ağır sanayii hamleleriyle kendisinden uzaklaştırdı. İstediği şeyi yapamadığını, yaptığı şeylerde olmayışlarından anlıyoruz.

O tramvayın kalktığı semtin merkezinin iki sokak arkasında bir salıncak vardır apartmanların arasında. Kopacağını düşünüp zincirlerinin korkar bi' çocuk. Başında bekler, sallananları izler. Saçlarının sallanışını görür sallanan bir kızın. Sadece ona dalar, ona bakar. Saatlerce bakar, saatlerce...

3 Ağu 2012

Kumuru

Bir dostum vardı, adı Kumuru. Saçma bir ismi olabilir; fakat oldukça sakin ve bilge bir şahsiyetti. Beni sıkıntıya sokan bir şey gördü mü, çaktırmadan hemen kulağıma fısıldar ve beni orada kurtarırdı. Doğum günlerim için, her sene bir ay öncesinden 30'dan geriye sayardı. O uyanmadan okula giderdim. Kıyamazdım uykusuna. Bana daha küçücükken hiç bir şeye kıyamamayı öğretti bu şekilde. Evet, sabah onsuz giderdim; ama bilirdim ki okul çıkışı hep o çeşmenin önündeydi. Bir dostum vardı benim, evet benimdi. Adı ise çok saçmaydı.

Evden çıktım yine bir gün, her zamanki gibi. Sabahın afif alacasında yola düştüm. Çok fazla uzun değildi yol; fakat o zaman her nedense uzun gelirdi. Hafif yağmur çiselemesinde her zaman ki gibi şemsiyesizdim. Hızla yanımdaki su birikintisine girip de boydan aşağı beni sulatan arabalara karşı hiç marifetini görmedim keratanın. Böyle afilli cümleler kurduğuma bakmayın, o yaşta asla böyle cümleler kuran "büyümüş de küçülmüş"lerden değildim. Ki bizim kuşak öyle konuşamazdı. 'Koridor'a, belli bir yaşa kadar 'keridor" derdik canım, ne afilli konuşması! İşte çisildeyen yağmurda çıkardım yola çoğu kez. O şapkalı koybayın yanından uzanarak geçerdim. Adımlar küçüktü; ama amaç büyüktü. Geç kalmamak lazımdı, içtimaya kalırdın yoksa.

Önce uyanamamış bir kaç trafik polisi, sonra sinirinden köpürmüş bir taksi şoförü... O da bitmezdi sonra bi' de sabahın köründe yürüyüşe çıkan teyzeler. Biri bana şeker uzatmıştı bi' kere, acayip topuklayıp kaçmıştım arkama bakmadan. Tabi şimdi size saçma gelebilir; ama çocukları kaçırırlardı o günlerde. Benden istenen ise "tanımadığından bir şey alma ve sakın yeme!" erdemi. Trafik polisi mahmurdu. Gözlerinin altı şişmişti. Bana geç diyordu karşıya. Esneye esneye uykumu getirdi. Tam geçerken bi' taksi şöförünün ani freniyle irkildim. Trafik polisi benden özür dilemedi yine de. Malum polis amca hiç kendini ezdirir mi?! Olaylara karışmadan geçip giderdim ben de, bu durumlarda kalınca.

Okuluma varırdım bi' yarım vakit içinde. Erken gidersem üzülür, geç gidersem eğer ondan daha da üzülürdüm. Tam vakti olmalıydı bu işin. Ama yoktu: ya erken gelendim, ya da geç giden. Araları o zamandan beri tutturamadım. Neyse, ağlamaya gerek yok. Bazı şeyler vardır ki ne kadar çalışsan da olmuyor. Bu sefer erken geldim diye düşündüm. Zira kimsecikler yoktu. Çeşmenin başına gittim ve iki gün sonraki doğum günümü düşündüm. Mayısın üçüncü pazartesisiydi bu sefer. Her sene bir gün geriye giderdi, dört yılda bir ise iki gün. Hediyeyi ise hiç düşünmedim. Doğum günümü ben hatırlatmasam hatırlamayacak olan bir babam ve babam hatırlatmasa hatırlatmayacak bir annem vardı. İkisi birden hatırlamazsa eğer, ablam hiç farkında bile olmazdı. Çocuk psikolojimde derin bir yara bıraktı mı ki? Hiç sanmıyorum. Hiç sanmıyorum, çünkü bunu hiç hissetmedim. Ben hissetmediğim bir şeye de inanmam. Gözlerimle görsem bile inanmam. Gözlerimle görsem bile, anlasam bile onun "patlıcan kebabı" olduğunu, yine de hissetmezsem inanmam. Psikolojime bu yüzden patlıcan kadar önem vermiyorum. Vermiyordum da.

O gün size şu an anlatmak istemediğim kadar bi' monotonluk vardı. Monotonluk anlatılacak bi' şey değil zaten. Neyini anlatabilirim ki?! O yüzden günümün o bölümünü es geçip, en yalnız olduğum anları, yani kafamı doldurarak düşüncelerimden uzaklaştıran okul ve sınıf ortamını anlatmayacağım. Biliyorum, rutini anlatmaktır senin derdin neden vazgeçtin diyeceksiniz. Belki de demezsiniz. Umrumda da değil. Ben yalnızdım ve o ben asla ben değildim. Parmaklarımla bütün gün iki yaptım öylece. İki parmak yalnız değildi görüntüde ve ben de yalnızlıktan kurtulmak istedim. Olmadı.

İşte o malum çıkış geldiğinde ben, o en hızlı 100 metreye çıkan atlet kadar hızlı çıktım sınıftan. Arkama hiç bakmadan. Yalnızlığın bitiş düdüğüydü o çalan zil. Ordakilerden hiç biri arkadaşım olamazdı ki benim. Ben gerçek olanla her gün orada buluşurdum. Evet, şimdi hikayeyi anlattığım yerde. Bu çeşmenin önünde. Koşarak gittiğim çeşmeden parmaklarını "iki" yapmış olarak bekliyor olmalıydı. Çoktan gelmiştir ve bekliyordur öyle. Gerçekten ölçtüm daha sonra, o çeşme 100 metre kadarmış. Arkama bakmadan koşarak gittiğim çeşmeye dünya rekoru derecesini kutlar bir edayla girdim, kırmışımdır eminim. Zafer kutlamasında bayraksız kalan atlet gibi kala kaldım çeşmenin yanına vardığım vakit. Yoktu!

Olmamak bu demek, olmak ise bu. Kalakalmak bu demek, gidememek peşinden bu. 
Afilli cümlelere düşman olmak demek. Bir günde kaybetmek çocukluğunu, bir günde kaybetmek demek.

Saçma olan adını ben koydum. Komik olan yüzünü ben çizdim.
Anlamsızca gülümsemesini ben tasarladım. Hüznümü silen anlayışını...



Kurtardığını düşündüm hep beni, kurtaracağını.
İstedim hep benimle kalmasını.



Çekip gitmesini isteyen ise sizdiniz.