Yazılar

3 Ağu 2012

Kumuru

Bir dostum vardı, adı Kumuru. Saçma bir ismi olabilir; fakat oldukça sakin ve bilge bir şahsiyetti. Beni sıkıntıya sokan bir şey gördü mü, çaktırmadan hemen kulağıma fısıldar ve beni orada kurtarırdı. Doğum günlerim için, her sene bir ay öncesinden 30'dan geriye sayardı. O uyanmadan okula giderdim. Kıyamazdım uykusuna. Bana daha küçücükken hiç bir şeye kıyamamayı öğretti bu şekilde. Evet, sabah onsuz giderdim; ama bilirdim ki okul çıkışı hep o çeşmenin önündeydi. Bir dostum vardı benim, evet benimdi. Adı ise çok saçmaydı.

Evden çıktım yine bir gün, her zamanki gibi. Sabahın afif alacasında yola düştüm. Çok fazla uzun değildi yol; fakat o zaman her nedense uzun gelirdi. Hafif yağmur çiselemesinde her zaman ki gibi şemsiyesizdim. Hızla yanımdaki su birikintisine girip de boydan aşağı beni sulatan arabalara karşı hiç marifetini görmedim keratanın. Böyle afilli cümleler kurduğuma bakmayın, o yaşta asla böyle cümleler kuran "büyümüş de küçülmüş"lerden değildim. Ki bizim kuşak öyle konuşamazdı. 'Koridor'a, belli bir yaşa kadar 'keridor" derdik canım, ne afilli konuşması! İşte çisildeyen yağmurda çıkardım yola çoğu kez. O şapkalı koybayın yanından uzanarak geçerdim. Adımlar küçüktü; ama amaç büyüktü. Geç kalmamak lazımdı, içtimaya kalırdın yoksa.

Önce uyanamamış bir kaç trafik polisi, sonra sinirinden köpürmüş bir taksi şoförü... O da bitmezdi sonra bi' de sabahın köründe yürüyüşe çıkan teyzeler. Biri bana şeker uzatmıştı bi' kere, acayip topuklayıp kaçmıştım arkama bakmadan. Tabi şimdi size saçma gelebilir; ama çocukları kaçırırlardı o günlerde. Benden istenen ise "tanımadığından bir şey alma ve sakın yeme!" erdemi. Trafik polisi mahmurdu. Gözlerinin altı şişmişti. Bana geç diyordu karşıya. Esneye esneye uykumu getirdi. Tam geçerken bi' taksi şöförünün ani freniyle irkildim. Trafik polisi benden özür dilemedi yine de. Malum polis amca hiç kendini ezdirir mi?! Olaylara karışmadan geçip giderdim ben de, bu durumlarda kalınca.

Okuluma varırdım bi' yarım vakit içinde. Erken gidersem üzülür, geç gidersem eğer ondan daha da üzülürdüm. Tam vakti olmalıydı bu işin. Ama yoktu: ya erken gelendim, ya da geç giden. Araları o zamandan beri tutturamadım. Neyse, ağlamaya gerek yok. Bazı şeyler vardır ki ne kadar çalışsan da olmuyor. Bu sefer erken geldim diye düşündüm. Zira kimsecikler yoktu. Çeşmenin başına gittim ve iki gün sonraki doğum günümü düşündüm. Mayısın üçüncü pazartesisiydi bu sefer. Her sene bir gün geriye giderdi, dört yılda bir ise iki gün. Hediyeyi ise hiç düşünmedim. Doğum günümü ben hatırlatmasam hatırlamayacak olan bir babam ve babam hatırlatmasa hatırlatmayacak bir annem vardı. İkisi birden hatırlamazsa eğer, ablam hiç farkında bile olmazdı. Çocuk psikolojimde derin bir yara bıraktı mı ki? Hiç sanmıyorum. Hiç sanmıyorum, çünkü bunu hiç hissetmedim. Ben hissetmediğim bir şeye de inanmam. Gözlerimle görsem bile inanmam. Gözlerimle görsem bile, anlasam bile onun "patlıcan kebabı" olduğunu, yine de hissetmezsem inanmam. Psikolojime bu yüzden patlıcan kadar önem vermiyorum. Vermiyordum da.

O gün size şu an anlatmak istemediğim kadar bi' monotonluk vardı. Monotonluk anlatılacak bi' şey değil zaten. Neyini anlatabilirim ki?! O yüzden günümün o bölümünü es geçip, en yalnız olduğum anları, yani kafamı doldurarak düşüncelerimden uzaklaştıran okul ve sınıf ortamını anlatmayacağım. Biliyorum, rutini anlatmaktır senin derdin neden vazgeçtin diyeceksiniz. Belki de demezsiniz. Umrumda da değil. Ben yalnızdım ve o ben asla ben değildim. Parmaklarımla bütün gün iki yaptım öylece. İki parmak yalnız değildi görüntüde ve ben de yalnızlıktan kurtulmak istedim. Olmadı.

İşte o malum çıkış geldiğinde ben, o en hızlı 100 metreye çıkan atlet kadar hızlı çıktım sınıftan. Arkama hiç bakmadan. Yalnızlığın bitiş düdüğüydü o çalan zil. Ordakilerden hiç biri arkadaşım olamazdı ki benim. Ben gerçek olanla her gün orada buluşurdum. Evet, şimdi hikayeyi anlattığım yerde. Bu çeşmenin önünde. Koşarak gittiğim çeşmeden parmaklarını "iki" yapmış olarak bekliyor olmalıydı. Çoktan gelmiştir ve bekliyordur öyle. Gerçekten ölçtüm daha sonra, o çeşme 100 metre kadarmış. Arkama bakmadan koşarak gittiğim çeşmeye dünya rekoru derecesini kutlar bir edayla girdim, kırmışımdır eminim. Zafer kutlamasında bayraksız kalan atlet gibi kala kaldım çeşmenin yanına vardığım vakit. Yoktu!

Olmamak bu demek, olmak ise bu. Kalakalmak bu demek, gidememek peşinden bu. 
Afilli cümlelere düşman olmak demek. Bir günde kaybetmek çocukluğunu, bir günde kaybetmek demek.

Saçma olan adını ben koydum. Komik olan yüzünü ben çizdim.
Anlamsızca gülümsemesini ben tasarladım. Hüznümü silen anlayışını...



Kurtardığını düşündüm hep beni, kurtaracağını.
İstedim hep benimle kalmasını.



Çekip gitmesini isteyen ise sizdiniz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder