Yazılar

16 Tem 2011

godot'ya bin selam.. bekliyoruz hala.

Bu ülkede biz neleri beklemiyoruz ki...
Neleri istemiyoruz...
Nelerin umudunu tutmuyoruz ki kursaklarımızda...
Açlığımız, ekmekle mi gidiyor, sevişmekle mi?
Gitmiyor...
Bekliyoruz onu binbir umutla, gelmiyor..
Gelmiyor barış, uçmuyor güvercin...
Anca tedirgin tedirgin gezsin insansız alanı olmayan meydanlarda...

Bu ülkede biz neler beklemiyoruz ki...
Gelmeyecek olanları...
Uğruna coplanıp, gazlandığımızı...
Finiş çizgisini en önde görüp son metrede olmayan bir şeye takılıp düşüyoruz...
Dizlerin yara olması artık en ağır gelen klişe olmuş...
Düşe düşe yorulmuş umudumuz...

Bu ülkede biz neleri beklemiyoruz ki...
Neleri istiyoruz, hangisini geldi de reddediyoruz...
Milena'nın aşkı bize gelse de, gelmese de...
Selam çakıyoruz, uzaktan şapkası gözükmüş Godot'ya...
Biz beklemeye devam ediyoruz hala...

"Kafanı eğ" dedi

"Kafanı eğ dedi" berber. "Eğ, gülüm korkma! Eğersen daha rahat nefes alırsın." Çocuk biraz daha lavaboya gömdü kafasını ama akan su burun delikleri tıkanmışcasına nefes almasını zorlaştırıyordu. Çocuğun kovadaki balık gibi kıvranmasına dayanamayan berber "hadi gülüm bittiii, bak bitti" diyerek aynadan bakarak gülümsedi.

Tatil yeni bitmişti. Yaz geceleri sabahlara kadar oturmanın cezasını ilk günün sabahında gözlerini ağrıdan açamamak olarak ödüyordu. Üstelik iki gündür oldukça kaşınıyordu. Her tarafı kaşımaktan kızarmıştı. Annesi ondan önce kalkmış kahvaltıyı hazırlamış ve çayı demlemişti. Taze demlenmemiş çayın kokusu odasına kadar gelmişti. Kalktı ve başucunda asılı duran geceden ütülenmiş önlüğünü giydi, dantelli yakasını taktı. Yüzünü yıkamak için banyoya gittiğinde gözü aynada kendine takıldı. Ne kadar da kilo almıştı. Onu düşündü ve beğenemeyeceğinden korktu. Oysa okulun son günü saçını çekmiş ve çocukça "ilan-ı aşk" etmişti. Telaştan saçlarını tarayamadı. Saçları kaşınıyordu, çok kaşınıyordu. Kaşıdıkça kaşıdı, kaşıdı ama geçmedi. "Kız!!! Sen bitlendin mi sen yoksa?!" dedi annesi telaşla.. "Getir hemen şu beyaz havluyu." Getirdi ve havluya doğru eğdi kafasını.

Yeşil gözleri çipil çipildi. Aslında köyünün geri kalanı gibi o da yemyeşil gözlere sahipti. Bu kavrulmuş tene aryenik göz şaşırılacak bir güzellik katıyordu. Onlar için alışagelinmiş bu durum fotoğrafçılar için ilgi odağı olmasını sağlıyordu. Savaşın yosun gözlü kavruk çocuğu, magazinel bir değerdi. Pulitzer'lik çok güzel(!)bir hareketti. Akbabalar çocukların çevresindeyken, cebine giren binlerce dolar okul yaşamındaki kurduğu ideal yaşamı tamamen duygusal(!) boyuta taşımıştı. Küçük Arap çocuktan bir fotomodel olmasını beklemek, onun için değişik bir şey değildi. Yeter ki yıkıkların arasındaki çipil çipil gözler kadraja otursun, başka bir şey istemezdi. Çocuğu deniz piyadelerinin bastığı küçük yıkıntı bir evin önüne götürdü. Öğlen sıcağında başladı çekmeye. Bir türlü doğru kadrajı yakalayamaması onu delirtiyordu. Bütün bu sinir harbinde akşamı getirmişti. Açlığa savaş ve kıtlık yüzünden alışmış olması ise çocuğu dayanıklı tutmuş ve gün sonunda alacağı formanın heyecanıyla fotoğrafçının dediği her şeyi yapmasını sağlamıştı; bir teki hariç. "Kafanı eğ" demişti kadın, o eğmedi. "Kafanı eğ" dedi kadın, "bak çok güzel bir poz buldum, hadi canım".. Dünyanın bütün dillerini getirdi kadın. Yıllardır kafası eğik olan çocuğa "kafanı eğ" dedi. Bilemedi kadın nedendi...
Çocuk eğmedi...

15 Tem 2011

"ölü ele geçirilen" ve "şehit olan"

ilyas başsoy, twitter'da malum olay için herkesin tersine şunu yazmıştı: '"şehit düşen" ile "ölü ele geçirilen"lerin aynı sudan içen yoksul çocuklar olduklarını kabul edene dek bu trajedi devam eder.'

urfalı asker ölüyor... izmirli gerilla öldürüyor... ölüyor...

biri kürt'ken türk.. diğeri de türk'ken kürt oluyor.

ikisine de üzülürsen suçlu oluyorsun. taraf olmayan bertaraf olur diyorlar en başındakiler. bir kürt olarak türk arkadaşlarına üzülmen suç, kürt olarak kavga etmek zorunda kalanlara üzülmek de...

oysa biri "şehit", diğeri "leş" öyle mi? insan olmak en geride kalan şey.. sahneye çıkmadan veriliyor zaten roller. çabalamak kime kalmış, çırpınmak kime...

yavrusunu öldüren bir timsah gibi baba'mız... "şehit düşen"e de sıkmış, "ölü ele geçirilen"e de... öz oğlunu da vurmuş, üvey saydığını da... yaş döküyor şimdi sürüngen soğukluğuyla...

aldanıyorlar timsah babaya.. üveyler öldürdü öz oğlumuzu diyorlar analar.. borazanlar, klaksonun çağrısına uyarak öttürüyolar, bırtlar ne bilsin, azıcık çıkan sesleri "ölü ele geçirilen"e çıkıyor. bir yalanın yardımcı oyuncunun arkasındaki figüran olarak. replikli figüran...

daha ne denir ki, ne istenir, ne dilenir... umutlar tam da ceylan derisine yazılmak üzereyken, kim eline alır keçeli kalemi de çizer boydan boya hepsini...

timsah baba yine yaptın yapacağını...

öz evladını "şehit", üveyini de "leş" yaptın...

al şu peçeteyi gözlerini sil...

9 Tem 2011

çoook uzun zaman içinde

Çoook uzun zaman içinde, hocalar ders saatinde kantindeyken, sınıf arkadaşlarım da dersteyken, ben öğrenci hayatımdan erken terhis oldum. Yarım dönem erkenden bıraktım okulumu. Sırtıma attığım dağ çantama sığdırdım 4.5 yıldır biriktirdiğim şeyleri. Bir de küçük el çantası ona yardımcı oldu.

En son sevgililer gününde kayıt yapmışım bloguma. Evet, sevgilim hala yanıbaşımda(!)... Daha doğrusu yanı başıma gelmekte.

Arada işim de oldu, iş teklifi de, iş kabulüm de ve de iş reddim de. Fakat her şey gelip geçerken, Eskişehir'in bana en büyük kazandırdığı şey olan tiyatro gelip geçmedi benden. Taze taze yeni bir ilişkiden çıktıktan sonra yenisine hiç geriye bakmadan başladım. Şimdi de kısa sürede İstanbul'da edindiğim ikinci evimin balkonunda bunları yazıyorum. Evet, her zaman her şeyin tersini yapan ben olarak Pazartesi değil Cumartesi sendromunu da kendimi yakıştırmış olacağım ki sadece haftasonu çalışıyorum. Bunun için yatma vakti çoktan geldi ve de daha gitmedi..

Evvett, çoook uzun zaman içinde herkesin başına gelebilecek şeyler geldi başıma. Yazmaya devam edelim...