Yazılar

11 Eyl 2010

Ané

O güne kadar canımın bu kadar yandığı hiç hatırlamıyorum. Bir cellat babamın sabah akşam sürekli o okşadığı o güzel, o upuzun saçlarımı kör bir makineyle koyun kırpar gibi kırpıyordu. Ve ben babamın bir akşam elinde silahla gidip de bir daha geri dönemediği o lanet günlerdeki gibi bir acı yaşıyordum. Babamın üzerimdeki son dokunuşları da o darbelerde kazılıyordu.

Saçlarımı neredeyse sıfır numara yaptılar. Bu bizim oralarda bir kızın için utanılacak bir şeydi. Arkadaşlarım beni böyle görse kesinlikle dalga geçerlerdi. Fakat kim bilir onların da sonunun böyle olmadığını. Şansları yaver gittiyse yaşıyorlardır diye düşündüm. Yaşıyorlarsa da ya bir yerde saklanıp ölümü bekliyorlardır ya da sonları benim gibi kel kalmak olacaktır.

Dillerinden hiç bir şey anlamıyordum. Bazılarının gözlerinden iyi bir insan olduklarını anlıyordum; fakat diğerleri hiç de öyle değildi. "Acaba hangisi babamın katili?" diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Kim bilir kaç kızın benim gibi babası öldürülmüştür ve kaç çocuğun annesinin ırzına bir asker el koymuştur. Bilemiyorum. Ama şu anda beni ilgilendiren tek şey kendi geleceğim olmuştu. 14 yaşında bir kızın da elinden alınacak pek çok şey vardır. İlk alınan şey ise ailem ve özgürlüğüm oldu. Sonra da saçlarım...

Bütün bunları düşünürken, yanıma dilimizi bilen bir asker geldi. Her ne kadar samimiyetine inanmasam da, günler sonra dilimizi bilen birini görmek beni oldukça sevindirmişti. Bana neler olacağını, geleceğimin nasıl olacağını falan anlattı. Bir askere satıldığımı orada, ondan öğrendim. Yarın sabah da bir yük trenine diğer kızlarla birlikte bindirilerek Maniza mı ne, öyle bir yere gönderilecekmişim. Bir esir köle olarak sahibim bir binbaşı olacakmış. Beni ne olarak kullanacağını ise bilmiyormuş.


O gece 14 yaşındaki bu esir kızın, babasıyla, annesiyle, kardeşleriyle ve toprağıyla son gecesiydi. Uyuyamadım. Sadece üç yılda gelinen bu durumu algılayamıyordum. Hala da algılayamıyorum. Yaşadığım onca şeye rağmen... Ama o son gecem, hiç bir şeyin aynı olmayacağını fısıldıyordu kulaklarıma. Bir ara daldım mı hatırlamıyorum, hemen sert bir el beni dürttü. Benimle birlikte 200 kadar kız çocuğu aynı koğuşta kalıyorduk. Herkesi uyandırdılar. Dilimizi bilenler, "Hadi kalkın, gidiyoruz." dediler.

Dışarı çıkartıldık. En son gökyüzünü ve güneşi gördüğümde havalar sıcaktı. Gökyüzündeki güneşi sadece reis-i cumhurun o manevi kızının uçakları kapatabiliyordu. Şu yakınımızdaki havaalanında ismi var. Ne yazık!! Bir katilin bu kadar fütursuzca karşımda kocaman bir şekilde dikiliyor olması, ismini her gördüğümde içimi yakar. Ama insan alışıyor.

Aradan geçen onca zaman, ölülerimizin kanlarını kapatmış ve cesetlerimiz çoktan yerin altını boylamıştı. O yoğun tipi altında yaklaşık bir yarım saat kadar yürüdük. 200 kadar kızın kaçmaması için bir o kadar da asker vardı başımızda. Yolun bir nebze güzel olduğu yerde bizi bekleyen bir kamyona bindirildik. 200 kızı bir kez daha ölüme götürecek olan tabut, bir marş darbesiyle hareket etti.

Yavaş yavaş güneş gökyüzünde yükselirken ve tipi dağılırken istasyona vardık. Tren bizi bekliyordu. 200 kızı 3 tane yük vagonuna dağıttılar. Bir mal gibi, bir hayvan gibi gidiyorduk memleketimizden ve kopuyorduk ailemizden. İçimizden bir çoğu dayanamayıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Ben zaten çoktan ağlamayı unutmuştum. Bekaretimi de alıp götürdükleri o günden bu yana ağlamayı unutmuştum. Gamzelerim ise çoktan dolmuştu.

Bir sabahın köründe ayırdılar beni çocukluğumdan. Lokomotifin o "düt" sesiyle bitirdiler her şeyi. Artık oradan çıkan ben değildim. Bir binbaşının orospusu muydum, yoksa kölesi mi? Bilmiyordum. 

Bu düşüncelerle uykuya dalmışım. Uyandığımda ise bam başka biri olarak uyanmıştım. 

Artık bir kadındım...