Yazılar

15 Eki 2011

Bu Sanki Biraz Farklı

Gözüm açılmıyor ki. Açamıyorum ki. Gitmesem ya bugün okula. Kış saati uygulaması da uygulanmış gitmiş, nedir bu tasarruf güneşten. Biraz biraz açarken gözlerimi bu düşüncelerle, kokusu geldi burnuma peynirli ve salçalı tostun. Demlenememiş çay da cabası. Annesine göre büyüyememiş mi yoksa yavrusu ki yıllar sonra hatırlamış kahvaltıyı?!

Ekim ayının başına gelmek üzereydik. Okullar yeni açılmış ve ben hala onu unutamamıştım. Nasıl da unutabilirdim ki her gün görüyordum. Utangaçlığımdan son 1 yıl konuşamamıştım, ondan habersiz yüzüne bakıyordum sadece. Her sabah okulun bahçesine girip, uzakta sıraya girdiği görüp "günaydın" diyordum içimden. Elini tutup, yanağına öpücük konduruyordum. "oğluuuum, sıraya gir artık" sözüyle kendime gelip hayalleri ilk derse erteliyordum. Müdür yardımcısının gırtlağından ağları dele dele çıkan bu kalın ses gelmeseydi, bütün ergenliğimle beraber, çocuğu yapar duruma gelebilirdim hayallerimde.

Peki onun bunlardan haberi var mıydı? Bir lise aşkını, aşık olunandan önce aşık olanın en yakın arkadaşı bilmelidir. Bu zamana uyarlarsak "kanka" hesabı... Ama dünya üstünde kimse erotik hislerden arınmış bu saf-i pur aşkı bilmiyordu. Ben ve ben dışında kimse..

Belki de birkaç bakışımı, sevgilisiyle elele gördüğümde oluşan duygu yoğunluğumu fark etmiştir. Bilemiyorum.

O sabah, yani o özel sabah, annem yıllar sonra bana kahvaltı hazırlamıştı. İyi demlenmemiş çay eşliğinde, peynirli ve salçalı tostumu yemek için zor da olsa uyandım ve mutfağa gittim.

Kahvaltı bittikten sonra dün gece atılan mesajları okumak için, babamdan Panasonic marka cep telefonunu istedim. O zamanlar, cep telefonu pek yaygın değildi. Ben de hattım için genellikle babamın işleneyen, aramayan cep telefonunu alıyordum. Acaba dün attığım salak mesajlara ne cevap verecekti diye merak ettim. Siz tabi bilmiyorsunuz; o gece aşkımı ilan ettim. :) tabii ki yüzyüze değil. Cep telefonu o zaman da güzel bir şeydi...

Cevap ne olsa beğenirsiniz; "Hangi Can'sın?'"

--devam edecek

Düdük 1.1

1. Sahne ( ışık açılır. loş bir ortam. ortada bir masa ve sandalyede genç vücutlu iri bir erkek oturmaktadır. ışığın açılmasını fark edip, seyirciyle konuşmaya başlar. bir kişiyle konuşur gibi yapar)


CENGİZ

hah! ben de kendimi yalnız zannediyordum. ordaymışsınız. yok yok uzun zaman olmadı geleli. çok beklemedim.
evet kendimi tanıtayım önce.

ben 24 yaşında, 1.90 boyunda ve o rakama yakın bir kiloda, diyet vermesi gereken, 3-5 şınav, 10-15 mekik çekmesi gereken saçları fönsüzken kıvırcık olan bir evladı erkek ademim.

cebimde üç beş kuruşum vardır beyim. ciklet neyin almak için taşırım çocukluktan beri. arap kıza yetmemiştir çoğunlukla param, ciklet diye dişimizi kıranları çiğnemişimdir. ilk öptüğüm kızı ve ilk suyun aktığı zamanı bilmem. unuttum gerçekten. 'unutmak en büyük erdemdir' dediler ve yedim ben de beyim. Beyim beyim diye konuşmam saçma geldi di' mi? Kibar feyzo gibi olduğumu fark ederek hitabımı değiştiriyorum beyefendi.

derdim ne biliyor musun? neden sıkılmam ve moral bozukluğum ve sorunum.
ben bir düdüğüm. evet düdük. kocaman bir düdük. aslında düdük ile ilgili başka bir şeydi derdim. Heh! benim derdim, evet, düdüklenmek...

okulda, işte, evde... her yerde düdüklendim..
kardeşim, arkadaşım, kadınlar... ah kadınlar... herkes düdükledi beni.

ne? efendim, ne dedin? hikayeyi en başından mı anlatayım?! iyi de uzun sürer... hmm, peki..
o zaman ben en başından başlayayım...

Hişt! hişt!

Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım.

Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.

Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:

-Hişt,dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

-Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.

Hişt! dedi yine.

Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.

Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi "hişt hişt" diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

- Hişt hişt hişt, dedi.

Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.

Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.

Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.

Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.

İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.

Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.

- Merhaba hemşerim, dedi.

- Ooo! Merhaba! Dedim.

Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!

-Buyur beğim, dedi.

-Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.

- Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.

- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.

- İyi değil, dedi.

- Baklayı ne zaman keseceksin?

- Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi "hişt" dedim.

Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

- Kuşlar olmalı, dedim.

- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.

- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...

- Yıkattın mı?

- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

- Çocuklar nasıl? diye sordum.

- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya...

- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!

- Haydi güle güle.

Biraz uzaklaşınca:

- Hişt hişt.

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.

- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?

- Sen değil misin hişt hişt diyen?

- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!

Hişt hişt!

Hişt hişt!

* * *

sait faik ABASIYANIK

sanatçının öyküsü

bütün kabile kızar bana,
derler bu adam çalışmaz mı?
bu adam hep düşünür mü,
bir kuş ölmüş diye üzülür mü?
gündüz böyle diyenler
gece olunca,
ateşler yakılınca,
denizler çoşunca...
ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara.
bakın bakın martılar uçar,
bakın bakın yıldızlar koşar.
bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda..
bir hüzün çöker bir garip olur insanlar.
yaklaşırlar birbirlerine,
şarkım sürer sabaha kadar.
melekler uçar üstünüzde,
şarkım sürer sabah kadar.
melekler uçar üstünüzde
bu sabah uyandırmamışlar beni
ava giden dostlar
ne güzel, ne güzel...

MFÖ

14 Eki 2011

aynı

aynı yaşamları sürdüren,
başka bir oyuncuymuşuz öylece...
başkalarının yaşadığı başka şeyleri aynılaştırıp yaşıyormuşuz.
başkalarıyla beraber kırılmışız bir zaman...
Tamiri zor ve şimdiye kalmış.
Olmadı yine, başkaları gibi yapamadım dedim aynı bu hislerle.
yorgun insanlara şarkı söyleyenler vardı o kaset filmlerde. güzel bir hayat var dünyamızda dediler. umut verenler oldu insanlara. aynı sözleri farklı insanlar söyledi sabaha kadar.
sonra bir hüzün çöker umut kırıklığında. farklı zamanlarda farklı insanlara... biz hep farklıyı yaptık zannederken elit sanatçı tavrıyla..
oysa ki biz aynı yaşamları sürdüren, başka bir oyuncuymuşuz.