Yazılar

30 Eyl 2012

cereyan

pencerede soğukluk,
pencerede bir tane,
kar var pencerede oysa ki insanlık eylül ayı içinde..
"pencereden kar geliyor" türküsü eşliğinde...
içime işliyor amansız soğuk.

içimde var bir tane,
içimde kar var oysa içim,
katır tırnaklı bir kadının üzüm kazanının içinde..
eziliyorum, eylül insanı.

ben buğulanmış bir cama yaslanmışken düşünüp
bir devin hayalini
-onun gibi- dev bir çayırlığa uzanmak kurdum bencileyin.
kararını verip öyküsünü yazmalı,
fasulyeden ülkesinin yolunu ona gösterip
çayırı amansız soğuğa bırakmalı
diye düşünüp sencileyin.

velhasım kelam..
pencereyi açık unuttuğun yetmeyip,
soğukta açıkta kalırsa kıçın,
böyle de görürsün olmadık şeyleri.
o da uyanınca ağrıtır başın.

Şaklaban

Gecenin köründe radyonun yüksek sesine uyandı. Radyoyu açık unutarak uyumuştu besbelli. Yer lambası odanın tavanını aydınlatmış ve lambanın üstünde bol sigara dumanı, yoğun bulutlu bir gündeki gibi tabaka oluşturmuştu. Radyoyu tamamen kapattı ve havasız odasına oksijen sağlamak için odanın penceresini açtı. Aynı hassasiyeti ciğerleri için göstermedi ve masadaki son sigarayı da pencerenin kenarına oturarak ateşe saldı.

Sigarasını ağzında odayı dolaşmaya başladı. Odada ilk dikkatini çeken mantar pano oldu. Panonun her yeri fotoğrafla doluydu. Nerdeyse ülkenin her bir yerini gezip fotoğraflarını çekmişti odanın sahibi. Hep de yanında aynı adam vardı. Sevgilisdir diye düşündü ve bu pek de kendisini hoşnut etmeyen durum sıkkın haline bir sıkkınlık daha kattı. Bu dar, küçük ve basık odada daha da duramadı ve kendini koridora attı. Küçüklüğünden beri korkardı ince uzun koridorlardan. Duvarların birbirine bu denli yakın oluşu onda klastrofobik çalkantılar yaratırdı. Koridoru yarılamışken yanından geçtiği çerçevenin içinden çıkan bir el gördü. Korkuyla panikleyip ağzındaki sigarayı yere düşürdü. Aceleyle sigarayı yerden alıp başını yukarı kaldırmasıyla çerçevenin normal olarak durduğunu gördü. Anlaşılan koridor korkusunun bir oyunuydu bu. Çerçevenin içindeki eski fotoğraftaki dede oldukça masum olarak duruyordu "İstanbul Hatırası"nın önünde. Odalardan birinin yanından geçerken içeride uyuyan birinin olduğunu fark etti. Fakat rahatsızlık vermemek için kapıya dokunmadı bile. Teğet geçerek kapının yanından kendini salona attı. Kapıyı da ardından kapattı.

Hiç bir şeyi kurcalayacak cesareti yoktu. Bu bilmediği evde kendisini biraz da gerçekten soyutlayacak şeyler görmek istemiyordu. Kendini salonun soğuk çekyatına bıraktı. Bin yıldır uyuyamıyormuş gibi uykusuzdu. Ne kadar uyusa geçmeyecek gibi. Sabah çabuk olsun ve bu evden gidebilsin diye hemen uyku moduna geçti. Daha sayılacak iki koyun bulamadan uykuya daldı.

Öğlen olmuştu ki dış kapının çarpılmasıyla uyandı. Bu saate kadar uyumaması gerektiği için kendine kızdı ve hemen yattığı odaya koştu. Kot pantolonunu ve gömleğini giyerken kapıyı çarpıp çıkan kişiyi merak etti. Bu evin sahibi miydi, yoksa o da onun gibi meçhul bir evin, meçhul bir odasında uyanmıştı. Çantasını sırtına alıp koridora çıktı hızlıca. Odanın yanından geçerken kapısının açık olduğunu fark etti. Girip girmeme kararı arasındayken birden kendini odanın içinde buldu. Karmakarışık ve düzensizdi her şey. Yatağın nevresimi duvar kenarı tarafından çıkmış, yarısına kadar sıyrılmıştı. Duvarlarda garip sanatsal posterler vardı. Anlam veremediği her şey sanki toplanıp bu odaya doluşmuştu. Odanın evin sahibine mi yoksa başka bir tanımsız misafire ait olduğunu anlayamadı. Tam odadan çıkacakken masanın üstünde duran bilete benzer kağıt parçaları dikkatini çekti. Yakından baktığında bunların ortalarından bölünmüş tiyatro biletleri olduğunu fark etti. Ve bu çiftlerden 20'ye yakın vardı. Bu kadar çok olmasına anlam veremedi ve bütün anlaşılmazlığın içinde odadan çıktı ve dış kapıya yöneldi.

15-20 çift ayakkabıdan kendisinin olanı şıp diye bulup ayağına geçirdi. Evden çıkarken elini gayrı ihtiyari anahtarı aramak için ceketinin cebine soktu. Cebinde anahtar yoktu, fakat bir kağıt parçası vardı.
Kağıdı çıkarıp katlarını yavaş yavaş açtı.
Kağıtta bir adres ve bir de telefon numarası vardı.

29 Eyl 2012

Bilet Satıcısı

Yatağında uzanmış, gözlerinin açılmasını bekliyordu. Oysa ki göz kapakları baskılara direnip, uykuya geçme amacının başarıyla tekrarlanmasını sağlamak amacıyla birbirlerine iki sevgili gibi sarılmışlar açılmıyorlardı. Mutfaktan ona yönelen bir sesi işitti. Çocuksu bir koyverişle gülümsedi ve gözleriyle yaptığı mücadeleye geri döndü.. Mutfakta kendisine peynirli, domatesli tost yapan annesinin oğlunun kahvaltıya geç gelmesinden hoşlanmayacağını düşünerek gözleri kapalı bir biçimde iki dirseği üzerinde doğruldu. Nefes aldı, attı içine açık pencerenin ciğerlerine ısmarladığı taze ilkbahar kokusunu. "Güzel bir gün olacak; ama hızlı olursam." diye düşündü ve göz kapaklarını son bir çabayla birbirlerinden ayırdı. Uzuvlarını kişileştirme oyunu oynardı kendi kendine kaldığı zamanlarda, bu yüzden her güne gülümseyerek başlayabiliyordu. Bu güzel ilkbahar sabahının oyuncuları ise göz kapaklarıydı.

Göz kapakları gülümsetti belki; ama mutfakta onu bekleyen şeyin gülümseteceği mutlak değildi. Yarım saattir mutfakta onu bekleyen annesi oldukça kızgın olmalıydı. Mahmur bedenini bu sebeple aceleyle banyoya sürükledi. Lavaboda mini bir havuz varmışçasına, terlemiş yüzünü musluğun altına soktu. Mavi bantlı musluğu açarak soğuk suyu yüzüne ve saçlarına boca etti. Artist bir şekilde kafasını aldırıp, aynaya baktığında olduğundan daha seksi gösteren aynası, bu kez dilenci veya köy delisi gibi gösteriyordu. Böyle çıkamam dedi hışmını suyu boşa akıttığını fark ettiği musluktan çıkardı. Bazen, kendi kendine ve evle baş başa kaldığı zamanlarda, eşyaları kişileştirme oyunu oynardı. Bu kişi sevmediği bir insan veya kendi yenemediği egosu olurdu. Bu güzel ilkbahar sabahının taze düşmanı ise kendine bile hayrı olmayan küçük mavi musluktu.

Musluğa vurdu; fakat musluk sapasağlam duruyordu. Bu durumda zarar gören ise sağ eli oldu. Sağ el tarak kemiğinde ağrı hissetti. Ağrıyı kesmesi için annesini çağırmaya karar verdi. Banyo kapısını sadece kafasının geçebileceği kadar bir mesafeye kadar açıp "anneeea" diye bağırdı. Çağrılarına karşılık alamayınca banyodan çıkıp mutfağa doğru yöneldi. Mutfağın kapısını açtığında kıllı, sakallı iki adam gördü masada oturan. İçlerinden biri çocuğun şaşırmış ifadesine aldırmayarak, umursamaz bir şekilde yanına çağırdı. Kahvaltıda ise ne annesi, ne de peynirli-domatesli tostu vardı. Yarı-demlenmiş çayı bile masada yoktu. Onun yerine üç sallamanın sallatıldığı süzme çaylar vardı. Çağrıya uyarak yavaşça yürüyerek sandalyelerden birine oturdu. "Abi....şey...eee.yumurta kırayım mı?. yer misin?" dedi genç olanı. Başını onaylar şekilde aşağı-yukarı salladı. Fakat hala durumu anlamaya çalışıyordu. İki tanımadığı insanın kendi evinde ne işi olabilirdi. Sorgulayacak zamanı olmadığı için kahvaltısını hızlı bir şekilde yapıp, gitmeyi düşündü. Süzülüp demlenmiş olan çayına iki şeker atarak başladı kahvaltısına. Çayın içinde eriyip giden şekerlere baktı uzun uzun. Karıştırmadan, erimelerini hızlandırmaya çalışmadan onları izledi. Bazı zamanlarda, hiç olmayacak nesnelerle telepati kurmak oyunları oynardı. Bu yüzden en can alıcı zamanlarda bile dalıp giderdi kimseye aldırmadan. Bu güzel ilkbahar sabahının telepatik nesneleri ise iki küçük kesme şekerdi.

Dalıp gittiği fark edildi elbet. Fakat uyarılar sonucu kendine geldi ve kahvaltısına devam etti. Bütün bu anlamsızlığın içerisinde hiç bir şey olmamış gibi kahvaltısını bitirip çantasını alıp dışarı çıktı. Doğruca evine yakın olan üniversitesinin kampüsüne doğru yol aldı. Kapıdaki güvenliğe öğrenci kimliği gösterip içeri girdi. Tiyatro oyununun oynanacağı sahnenin önüne gelip, standda beraber akşama kadar bilet satacağı arkadaşını bekler oldu. Onu beklerken de bilet koçanları düzenlemeye karar verdi. Daha iki koçanı düzeltip sarmamışken, arkadaşı yanında belirdi. Beraber salona girip stand masasını getirdiler. İki ağacın arasına da katlanmış bir biçimde duran oyunun adının yazdığı brandayı gerdiler. Haftasonu olduğundan kampüste az öğrencinin olması canlarını sıkmıştı. Oyuna az sürenin kalmasından dolayı gergindiler. Boş salona oynamayı kimse istemiyordu, bu yüzden ellerini çabuk tutmalıydılar. Arkadaşı şaklabanlık yaparak bilet satmaya çalışırken, o sessizce oturup koçanları masaya diziyordu. Tam koçanları yarılamışken, kendine yönelen birini fark edip başını kaldırdı. Ters ışıktan dolayı tam yüzünü seçememesine rağmen içinden bir ses tanıdık biri olduğunu söylüyordu. Uzun boylu, ince esmer kızdı. Kızın gülümseyerek verdiği selama "Merhaba" diye karşılık verdi tedirgin bir tonla. Bir iki saniye sessizce birbirlerine baktılar. Sessizliği ise kızın sözleri bozdu: "Geçen hafta oyun için bana fazladan bir bilet vermişsiniz. Oyundan sonra fark ettim. Birini geri getirdim."
"Fazladan mı?"
"Evet. Oyundan sonra sizi göremedim standda. Duran arkadaşa ise vermedim bir yanlışlık olmasın diye. Diğer kampüste olduğum için de haftaiçi getiremedim. Kütüphaneye giderken standınızı fark edince gelip geri vereyim istedim."
Şaşırmış ve bir o kadar da afallamıştı. Kız cevap alamayınca, bileti usulca masaya bırakıp kütüphaneye giden yola devam etti. Uzakta şaklabanlık yaparak bilet satmaya çalışan arkadaşı, kızı fark ederek koşa koşa standa geldi. "Hayrola, ne oldu?!" dedi panik bir halde.

Bileti alıp arkaşına gösterdi ve biletin üstündeki tarihi kastederek "Bu giden kız üç gün sonra oynacağımız oyunu izlemiş Onur." dedi.