Yazılar

8 Haz 2013

Mesele Doğum Günü Değil Arkadaş

" Bir kadın herhangi bir şekilde hoşuma gidince ilk yaptığım iş ondan kaçmak olurdu. Karşı karşıya geldiğim zaman her hareketimin, her bakışımın sırrımı meydana vuracağından korkar, tarif edilmesi imkansız, âdeta boğucu bir utanma ile dünyanın en zavallı bir insanı haline gelirdim. Hayatımda hiçbir kadının, hatta annemin bile gözlerine dikkatle baktığımı hatırlamıyorum. Son zamanlarda, bilhassa İstanbul'da bulunduğum müddet zarfında, bu manasız hicapla mücadeleye niyet etmiş, arkadaşlar vasıtasıyle tanıştığım bazı genç kızlara serbest olmıya çalışmıştım. Fakat onlardan ufak bir alaka gördüğüm anda bütün niyet ve kararlarım uçup gidiyordu. Hiçbir zaman masum bir insan değildim: Yalnız kaldığım zamanlar, kafamda canlanan bu kadınlarla, en usta aşıkların bile aklına gelmiyecek sahneler yaşar, sıcak ve zonklıyan dudakların sarhoş eden tazyikini ağzımda, hakikatte olabileceğinden birkaç kat daha kuvvetli olarak duyardım.
   Fakat sergide gördüğüm bu kürk mantolu resim, ona hayalen dokunmama imkan vermiyecek derecede beni sarmıştı. Onunla bir aşk sahnesi tasavvur etmek değil, karşı karşıya iki dost gibi oturmayı düşünmek bile elimden gelmiyordu. Buna mukabil, gidip o tabloyu seyretmek, bana bakmadığına emin olduğum o gözlere saatlerce dalmak arzusu gitgide artmakta idi. Paltomu sırtıma geçirerek tekrar serginin yolunu tuttum; ve bu hal, günlerce devam etti."

Sabahattin Ali- Kürk Mantolu Madonna (Sayfa: 73-74)


    1980'ler, henüz biz daha farkına varamadığımız kadar küçük olduğumuz vakitte, son demlerini yaşıyormuş. Yemyeşil zeytin ve çam ağaçlarıyla kaplı 3-4 haneli küçük bir istasyon mahallesinde, kendi halinde küçük bir istasyon memuru olarak çalışıyormuş babam. Ankara-İzmir tren yolunun, Ege'yle buluştuğu, yeşilin daha yeşil, güneşin daha sıcak, daha sarı olduğu bir yerdeymiş bu küçük yerleşke. Durmazmış çoğu geçen tren; fakat her gün dört tren geçiyorsa, sadece biri durur ve o treni de genç bir hareket memuru olan babam durdururmuş.
Belki de nice geçen bu yoldan, hafif uzunca boylu, zayıf bıyıklı bu adama dikkat kesilmiş dalıp gitmiştir.
   Küçük, halinde bir aile olarak, istasyonun bitişiğinde iki katlı evlerinde yaşarlarmış annem, babam ve ablam. 9 aylık hamile olan annem, daha önce düşen üç çocuğundan dolayı, hala tedirginmiş güvercin gibi. Lakin, gel zaman, git zaman, geçmiş bi' güzel zaman ve yüzyılın en nemli ayında, bir haziran sabahı dünyaya gelmişim.
   Size, elbette, nasıl doğmuşum, neler olmuş anlatmayacağım. Doğduğum dünya nasıl bir yermiş. Neler yaşanmış, bugüne kadar bunlardan bahsedeceğim. Küçük ailem ne badireler atlatmış, ne haksızlar görmüş, ne kadar itilmiş kendi küçük dünyasında yaşıyorken oysa.. Bunlardan bahsedeceğim.


 Doğduğum vakit bir adam varmış ülkemizin başında. Ben son zamanlarını hatırlıyorum. En çok da öldüğü günü. Öldüğü gün ne kadar çok ağladığımı. "Tonton dede"miz için akan gözyaşlarımı. Nitekim, büyüyüp de neo-liberalizmi, serbest ekonomiyi öğrendiğim vakit pişman oldum o akan yaşlara; fakat elden ne gelir ki!
 
Doğduğum günün gazetelerine bakmıştım üniversite kütüphanesine gittiğim ilk gün. Genellikle, insanlar vandallık yapıp, kendi doğum gününün olduğu sayfayı kendine saklamayı kendine hak gördüğü için, sayfalar yırtık olur. Benim günüm de yırtıktı. Doğduğum günün iki tane önemli haberi var. Bir tanesi babamı, belki de benim doğumumdan daha mutlu eden olay, Galatasaray'ın 14 yıl aradan sonra lig şampiyonu olması. Evet, abartmıyorum, belki de ona o gün daha çok sevinmiştir. Annemi hasta odasında yeni doğmuş olan benle bırakıp, maçı izlemeye gitmesi başka türlü açıklanamaz. İkinci önemli olan olay ise Turgut Özal'ın zaferle ayrıldığı yerel seçimler. Evet, biz Turgut Özal'ın yarattığı nesildik. Serbest ekonomik düzene, sere serpe itilerek geldik.
 
"Tonton Dede"miz, başa geçtiği 1983'ten 1987'ye kadar, askerlerin de yol göstermesiyle ülkeyi dış dünyaya, yani sermaye açmış. Bu zaman zarfında, ülke yeni yeni icatlarla tanışmış ve halk kendini zenginleşiyormuş gibi hissetmeye başlamış. Nitekim de bu hissiyat 90'lara kadar sürmüş gitmiş. Vakti geldiğinde ise kendisini Çankaya'ya uygun görmüş ve görevini başka bir arkadaşa bırakıp köşke çıkmış.
Benim ise bu süreçte hatırladığım ilk anım, Galatasaray-Neuchatel maçı. 5-0 Galatasaray'ın kazandığı maç. 2 yaşımı bile dolduramama rağmen, hatırlıyorum evet Tanju'nun "doksana" taktığı golü.

90'ların başına geldiğimizde ise, ülke enflasyonla tanışmış. Annecim ve babacım da etkilenmiş bu süreçten; ve geçim sıkıntısı çeker olmuşlar Akhisar'daki küçük evlerinde. Zaman geçecek Enflasyon Canavarı, Van Gölü Canavarı ile karşılaştırır olacaktı.

Derken, o gün geldi. Özal öldü. Ablamla beraber ağladığımı hatırlıyorum. Hem de salya sümük. Dedemizden bile yaşlıydı "tonton dede". Bizim dedemizin sıkacak yanacıkları yoktu. Dedemiz hala kavruk bir Dersim genciydi. Annem ve babamın şaşkın olmalarına rağmen, neden üzülmediği hatta ve hatta neden ağlamadıklarını hiç anlayamamıştım. Özal, kendisinden geriye, serbest pazar diye yutturulan "özgür zenginleşen" bir ülke bırakmıştı.
Demirel, geri gelmişti nitekim. Başbakanlığa "nerede kalmuştuk" ile geri dönmüştü; fakat Özal ölünce birden bire Çankaya'ya atladı. İlk kez olan bir şey oldu başbakan bir kadın oldu. Onunla birlikte de "fail-i meçhuller" ile dolu bir dönem geldi. Uğur Mumcu'nun paramparça olan otomobilini hatırlıyorum. Kötü günler devam ediyordu.

Sokaklar tehlikeliydi; ama biz sokaktan hala elimizi ayağımızı çekmemiştik. Biz "sokakta oynayan son çocuk nesli"ydik. Daha doğrusu sonra böyle anıldık hep. Oyun oynadığımız arsalarda şu an, boyumuzdan yüksek otlar olması bunu çok da güzel açıklıyor. Evet, sokaktaydık. Ablamızdan, abimizden, onların da annelerimizden öğrendiği oyunları devam ettiriyorduk.
Okula başladım o vakitlerde, anaokuluna. İlkokulda ilk gün herkes ağlarken ağlamayamışım, bundandı. İlkokula başladıktan üç ay sonra ise Akhisar'dan Balıkesir'e taşındık. Babam artık müdürdü ve ilk iş olarak "hareket memuru bıyığı"na yol verdi. Balıkesir'de deniz var diye beni kandıran ablamı, hala bu yüzden affetmiyorum. Çok sevinmiştim çünkü.
Sonra, o korkutucu adam geldi başa. Başa geleceğinde hepimizi kesecek zannediyorduk. Sakallı, çirkin adamlar her yeri sarmıştı. Gelirken çok korktuğumuz bu adam, gider ayak iyilik yaptı ve babamın üç kuruşluk maaşına iki kuruşluk zam yaptı. Giderken üzüldük, televizyonlarda tankları gören annem babam korkmuştu çünkü. 1980'i anlatıp, anıp durdular. Giden arkadaşlarını...
Kürt olduğumu öğrendim bi' sabah. Başıma yıldırım düşmüş gibi oldum. Çünkü Kürt olmak kötüydü, şeytanca bir şeydi. Öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız hep böyle konuşuyordu. Günlerce utandım Kürt olduğum için. Nerede Kürtlerle ile ilgili kötü bir şey konuşulsa, kendi köşeme çekilip sessizce oturuyordum. Topluluk içinde konuşmaktan o vakitlerde çekinir oldum. Adım 'sessiz'e, 'sedasız'a çıkmıştı.
Komünizm'i öğrendim bir sabah. Anneme ne olduğunu sorduğumda, bana "herkesin eşit, özgür bir şekilde yaşadığı bir yaşam biçimi" dedi. Aynen, bu tanımı hatırlıyorum. Ne güzelmiş dedim kendi kendime. "Neden dünya komünist değil peki?" dedim. Sanırım geçiştirdi, cevabını hatırlamıyorum. İlk kez bir soruma cevap verirken geçiştirdi beni. Ama o gün "komünist olma" fikri girdi kafama. Çocuktum, öyle de kaldı.
Ecevit başa geçince, Apo yakalanınca sevindik. Kötü, şeytan bir adamdı ve herkesi öldürüyordu. Çocukça bir nedenle elbette hemen ölmesini istedim. Hala Kürtlüğümle barışamamıştım. Ecevit, gençliğinde annem ve babamın kahramanı; şu an da benim kahramanımdı artık.

Liseye başladım. İkinci gününde uçaklar daldı kulelere. Yeni bir dönem başlıyordu. Bir sene içinde benim için yeni bir insan çıktı ortaya. Genç bir adamdı, babamla yaşıttı.