Yazılar

25 Eyl 2014

Duvar Kenarı Abisi

Kaybedecek hiç bir şeyleri olmayan insanların yaşadığı, mahalle içinde mahalle olmasını sağlayan duvarların çevrelediği, bir mahallede 'bir duvar kenarı abisi' var. Adını pek azımız biliriz. Birası eksik olmaz, olsa bile yanına tünediği mahalle kahvehanesinin yetkili abileri tarafından, en kötü çayla ödüllendirilir. Her öğleden sonra. İstisnasız her gün.

Kaybedecek çok şeyleri olan mahalle gençliği olarak, ilk ergenliğimizde pek de bi' yanına yaklaşamazdık. Lakin zaman geçtikçe, bu hayatta bi' bok olamayacağımızın ayırdına vardıktan sonra yani, yavaş yavaş kendisine yaklaşmaya, hatta ve hatta biraz biraz ona benzemeye bile başladık. Bu sürecin farkında bile değildik sanıyorum. Okul çıkışı, bi' kaç olaya karıştıktan sonra, soluğu duvar diplerinde alır olduk. Arkamızdaki duvarın ne olduğunun, yani aslında ne amaca hizmet ettiğinin farkında olmayarak. Aklımız başımızda-sanırdık başımızda-ydı ya, farkındaydık ya her şeyin biz de çok kolay birer meczup olabilirdik. İşte bu bilinç(sizlik) bizi bu yola sürükledi.

Abimiz hoştu, biraz da nahoştu. Okul çıkışından akşam ezanına kadar, bize sessiz bi' dosttu. Yanında belli bi' vakit oturur, evlerimize salınırdık. Ah o evime giden yol da öyle bi' yokuştu, o ne yokuştu! Okulda sadece edebiyat dersini severdim. Sesi gür çıkan sadece ben olduğum için de, öğretmen sınıfta bir kaç deneme yaptıktan sonra, genellikle bana okuturdu edebi metinleri, şiirleri. O günlerde u bu derslerde kafiye hastalığına tutulmuştum. Günlük konuşma dilinde bile, bu paragrafın başında da gördüğünüz gibi, basit-saçma ve hiç bir edebi değeri olmayan bir şekilde cümleler arasında kafiye oluşturmaya başladım. Bilinçli olarak başladı ve bir vakit sonra hastalığa dönüştü. Yine böyle bir günde, hoş-nahoş-yokuş ekseninde ucuz bir kafiye oyunu yaparken, dayanamadı abimiz ve ağzından ilk kelimeler ve cümle döküldü. Sesini ilk kez duymuştum:
          "Düzgün  konuş lan ağzına sıçtığım!!"

Niye korktuysam bilmiyorum, o 70 derece yokuşlu ev yolunu hiç aksatmadan koşarak kat ettim. Eve geldiğimde, dış kapıda babam için asılı duran aynada ağzıma gelmiş kalbimi görebiliyordum. Oturdum, soluklandım. Bir kez daha sigarayı bırakmaya yemin ettim. Ahh benim şimdi tertemiz olan ciğerlerim ne ağrıyordu, ne ağrıyordu. 

Uzun bir süre uğrayamadım yanına. Sokağından geçemedim, uzaktan sıfatına bile bakamadım. Bıçkın delikanlı sandığım camdan bünyemin, aniden edilen bir lafla nasıl yerle bir olduğunun farkına vardım. Kaybedecek bir şeyin daha olduğunun farkına varmamla beraber, günler geçtikçe kaybettiğim bu hayata karşı cesareti yavaş yavaş toparladım. Yaklaşık 7 ay sonra abimize yaklaşmayı başardım. Umursamadı beni. Bira şişeleri yanında birikmişti, günün ilk ve son çayı da önünde dumanı tüterek duruyordu. Oturamadım yine de yanına. Kahvede babasının yanında oturan arkadaşımın yanına oturdum. Bir klasik olarak tavla oynadık ve kısa sürede yendim. Bu oyunu gayet iyi oynardım.

Daha önce yanında çalışmamın da kendine güveniyle, kahveci Kemal abi boşları toplamamı buyurdu. Meczubun bardağı alırken, kolumdan tuttu ve anlamsız bir şekilde yüzüme baktı. Korkmuyor gibi göründüğüme emin olmama rağmen, ellerimin titrediğini titreşen çay bardaklarından anladım. Sonra bir iç çekti ve 
          "Bak genç! Görüyorum, anlıyorum ve de biliyorum ki tavlayı iyi biliyorsun. Ama bağlamayı                bilmiyorsan, evet, hiç bir şeyi bilmiyorsundur." dedi.
          Kekeleyerek, "abi müzik öğretmenim müzik kulağımın iyi olmadığını söylüyor. daha çok edebiyatta iyiymişim." diye karşılık verdim.

Dalga geçer gibi bir dudak hareketi yaptı ve elindeki üç taşla oynamaya devam etti. Kendimi kurtarırcasına ondan uzaklaştım ve boş bardakları kahvehanenin ocak kısmına götürdüm. 

Günler boyu, aslında ne demek istemiş olabileceğini düşündüm. Belli ki çok da felsefik bir şey söylememişti, hatta ve hatta öylesine söylemiş bile olabilirdi. Günler, aylar geçti. Lise bitti, üniversite sınavı haliyle kazanılamadı. Abimiz duvarın dibine pek uğramaz oldu. Kahveci Kemal abiye sordum, bilmiyordu. Kahvedeki diğer abiler, amcalar ve dayıların da bir haberi yoktu. Bir zaman sonra ben de aramayı, sormayı kestim.

Ertesi sene, öyle ya da böyle İnönü Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni kazandım. Ek kontenjanla.. Bir sene sonunda, artık doğru düzgün kafiyeler kuruyor, kötü de olsa biçim olarak daha düzgün şiirler yazıyordum. Malatya'da ilk senem zor geçti. Kendimi her tatilde, Kastamonu'ya, ailemin yanına atıyordum. Yine böyle bir kaçış zamanı, ki ramazan bayramıydı, yine kendimi en rahat hissettiğim yere attım. Sırt çantam ve bavulumla, o ölü öldüren yokuşu çıkmak üzereydim ki, abiyi duvar dibinde uzanırken buldum. Uzun zamandır karşılaşmadığım arkadaşa koşar gibi yanında bittim. Umursamadı, yine dalga geçer gibi gülümsemesiyle bana baktı. Daha sonra yüzünü duvara, ardını bana dönerek uzanmaya devam etti. Nedendir bilinmez bir hayal kırıklığı kapladı içimi ve ben de gerisin geriye eve gittim.

Üniversiteden dönüşte servis edilen "oğluşumun en sevdiği yemekler" konseptli yemek masası ilgimi hiç çekmedi. Bayramın ilk günü, babamın bizzat kendi elleriyle kestiği kurbandan yapılan kavurmaların kokusu ilk kez iğrenç geldi. Kan ve et kokulu evimizin bahçesinden uzaklaştım. Koca bir şehir bu kokuyla doluyken, nasıl olur da kendime huzurlu bir yer bulabilirdim ki?! Bilmiyordum. Yine bir şekilde kendimi meczup abinin yanında buldum.

Saatlerce yanında oturdum. O taşlarla oynamaya devam etti. Akşam ezanı okunmaya yakın, kendi kendine mırıldanmaya başladı. İç çektikten sonra 'siktirgit bakışı'yla bana döndü ve "Anlamlandıramazsın, olmaz! Duyumsayamazsın, mümkün değil! Gördüğünü sanarsın, ki bu felaket olur. Aynı yerlere basma. Sadece söyle, dinle." dedi.

"Sonuçta, konuşunca saçma sapan konuşan biriyim. Niye beni dinliyorsun ki?!"

Bir daha hiç bir bayram dönüşü yanına uğramadım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder