Yazılar

30 Ara 2014

Bir Yaz Gündüzü Rüyası

22. Gün- Şarkı: Uçurtma

"Sana bir şey söyleyeceğim; ama ne olur beni burada bırakıp gitme."


-3. Gün- Şarkı: Tutti Frutti

Ev bomboş. Yeni bilgisayarımda daha henüz izlemediğim bir film. Onun tavsiyesi, belki güzeldir. Eminim ki güzeldir. Bana bir şey söyleyecek, söyleyemediği bir şey söyleyecek.

Ev bomboş. Filmde bir adam şarkı söylüyor. Kadın dans ediyor. 


-38. Gün- Şarkı: Yine Düştük Yollara

Yeni bir şehre uyandım, minibüsten hallice bir şehirler arası taşıtta.

İner inmez işler var. İşlere koşmak gerek. Adımı bastığımdan 10 dakika sonra bankanın önündeydim. Sarı tişörtüm, terliklerim ve siyah kısa şortumla. Böyleyim işte, mülakatlara bile şortla giden bir adamım.

Sabahın körü olmasına rağmen, kuyruk oluşmuş hemen. Kuyruk nasıl da oluşmuş hemen!


1. Gün- Şarkı:  Assos Sto Maniki

Bir sözüm vardı, sabah uyanırken zor hatırladım. Neyse ki, sadece birazcık zorlamayla hatırladım. Zor olmadı. Bunun için bütün parmaklarıma hatırlatıcı bir kurdele bağlayabilirdim.

Kısa bir hazırlık, küçük bir çanta.. Yeterli. Bugün büyük bir gün olacak, hissediyorum.

Bazı kararlar var ki, insan zor alır onları. Vazgeçmek gibi..
İnsana bu kadar büyük bir şeyi, bu kadar kısa bir sürede hissettirebilen birisinden vazgeçmek ahmaklık olmaz mı? Ah biliyorum, bu tamamen bir ahmaklık olurdu.

Yol boyunca bunları düşün. İçinde bulunduğum bu zor durumu.. Şimdi iki küçük taş almak için onca yola gidiyorsun, ya o bu kadar zahmeti hak etmeyecek biriyse.

Ya geçen gün anlatıp da seni muhtemelen ileride zora düşürecek o olay. Nasıl hazmedeceksin, nasıl onla olduğunda aklına gelmeyecek, bu iş nasıl sağlıklı yürüyecek?

Ah!.. Bu durum iki ucu boklu değnek.. O eve çıkmamalı mı hakikaten?!


-7. Gün- Şarkı: All The World is Green

Yaprak yerken şaşıran koala misali...
"Yayında mıyız?" deyip kalan Ahmet Misbah Demircan misali...
Kalakaldım o vakit, ağzım beş karış.

Benim ne köpek arkadaşlarım var, ne köpek!
Mütemadiyen kandırırlar bu garibi.

Gerçekten yok muymuş sevgilisi?!!
Bütün dünya yemyeşil..


Bir çift yaprakmış dalında yumuşacık..
....
İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık..
....
Balıklar gibiymiş sessiz ve karanlık..
....
İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık..





22 Kas 2014

+ Seninle konuşmak sanki bir ihtiyaç gibi geliyor.
- Maslow'a göre nerdeyim senin için?
+ 'Kendini gerçekleştirme'
- Ahahshs
+ Sağlam yere koydum. :)
- Öyle oldu.

19 Kas 2014

Dosta Costa Hoş da

depresyona girersen,
haber ver!
kontr-atağa çıkarız beraber.
sağdan koş, soldan kaç..
ortamı göğsünle indir,
ama geri pas atarsan elime alırım,
söyliyim..

çaktırmadan girersen,
küserim..

Alayın Yirmiyedi Yıllık Tarihi

- Anne benim gözlerim yeşil zeytin gibi di' mi?!


O kadar da efendi bi' adam sayılmam. Ama efendiliği, pek tabi, üzerime dar bir gömlek gibi giydiğim hakikidir. Patlayacak gibi duran düğmelerinin arasından, efendilikten eser olmayan bölümlerimi görmeniz zor değil. Gören gözler 'görmeyen' olur çoğu zaman ve adımın yanına bir sıfat diye konulur efendilik.

Pek de görmem kendimi, özgüvenli bi' adam olarak. Ama özgüvenliliği, pek tabi, üzerime oturan bir sweetshirt olarak giydiğim hakikidir. Atletsiz giydiğim kazaklar kadar tenimi kaşındırmasa da, çoğu zaman rahatsız ettiği aşikar. Sebepsiz asilikten daha da fenadır bazen, 'sebepsiz coolluk'. Ulaşmak istediğin şeye ulaşmayı, sebepsiz bir gövde gösterisi yapman için engeller seni. Neyse ki burnu havada, gururlu bi' piç olmayı bırakalı çok oldu.

Pek güzel bir adam olduğum söylenemez. Ama güzel adamlılık da yakıştırıldı yakın zamanda. Güzel adamlılığı, komik resimli bir boxer olarak üzerime giymiş olmam muhtemeldir. Bilmiyorum. Yapacağı her adımı, söyleyeceği her sözü dakikalarca ve dakikalarca kurgulayan bir adam, nasıl olur da güzel bir adam olur ki?! Yok bunu üzerime hiç yakıştıramıyorum. Yüz tane komik resimli boxerın yerine, bi' tane açılmış saçılmış pazar donunu daha çok yakıştırırım kendime. Güzel adamlılık bana göre değil. Seni seviyorum, bana bu lakabı yakıştıran güzel, tatlı, benim canım kadın.. Ama ben sana güzel adamlılık yapmadım.

İnsan nasıl bir hayvandır?
İnsan yalnızlıktan korkan bir hayvandır..
İnsan yalnız kaldığında bundan kurtulmak için, ipe sapa gelmez hatalar yapan bir hayvandır.
İnsan alay konusu olmaktan korkan; ama alay etmekten sonsuz keyif alan bir hayvandır.
İnsan yalnızlarla alay eden bir hayvandır.
İnsan yalnızken, bunun alay konusu edilmesinden korkan ve yaşamadığı bir hayatı yaşıyormuş gibi gözüken bir hayvandır.
İnsan onu terk eden sevgilisinin balkonunda, sabaha karşı sabah ezanına müteakip ağlayan bir hayvandır.
İnsan gecesini aydınlatan aya, çoğu zaman dolunaya küfreden bir hayvandır.
İnsan dolunaya küfreden insanla alay eden bir hayvandır.
İnsan efendiliği, özgüvenini, güzel adamlılığını sorgulayan bir hayvandır.
İnsan kendiyle alay eden; ama başkası alay edince buna bozulan bir hayvandır.
Bu insan yirmiyedi yıllık insan, alay etmekten de, edilmekten de nefret eden bir hayvandır.

Siz, siz olun beş yaşında, toplu aile kahvaltısında, gözlerinin rengini sorgulayan çocukla alay etmeyin..

Evkam Dört

terliksiz basmayasın yerlere can,
sağ böbreğin ağrır durur..
sigaranı içerken sağ gözüne,
üşüdüğünde çıktığın balkona çıplak basan ayağına,
karanlıkta otururken gece yarısı yatağındadüşüne,
sahip çıkasın..
bölgedeki o malum evin yanındaki küçük parkta,
o geceleri yalnız oturduğun bankta,
dumanını gözüne yanlışlıkla sokmayasın..
bir hışımla yardırıp gittiğin yollarda,
o son çizgiden önce seni düşürüp,
üzerinde tepinen bıyıklı kodamanlara,
memleketlerini sormayasın..
yerlere terliksiz basmayasın..

25 Eyl 2014

Duvar Kenarı Abisi

Kaybedecek hiç bir şeyleri olmayan insanların yaşadığı, mahalle içinde mahalle olmasını sağlayan duvarların çevrelediği, bir mahallede 'bir duvar kenarı abisi' var. Adını pek azımız biliriz. Birası eksik olmaz, olsa bile yanına tünediği mahalle kahvehanesinin yetkili abileri tarafından, en kötü çayla ödüllendirilir. Her öğleden sonra. İstisnasız her gün.

Kaybedecek çok şeyleri olan mahalle gençliği olarak, ilk ergenliğimizde pek de bi' yanına yaklaşamazdık. Lakin zaman geçtikçe, bu hayatta bi' bok olamayacağımızın ayırdına vardıktan sonra yani, yavaş yavaş kendisine yaklaşmaya, hatta ve hatta biraz biraz ona benzemeye bile başladık. Bu sürecin farkında bile değildik sanıyorum. Okul çıkışı, bi' kaç olaya karıştıktan sonra, soluğu duvar diplerinde alır olduk. Arkamızdaki duvarın ne olduğunun, yani aslında ne amaca hizmet ettiğinin farkında olmayarak. Aklımız başımızda-sanırdık başımızda-ydı ya, farkındaydık ya her şeyin biz de çok kolay birer meczup olabilirdik. İşte bu bilinç(sizlik) bizi bu yola sürükledi.

Abimiz hoştu, biraz da nahoştu. Okul çıkışından akşam ezanına kadar, bize sessiz bi' dosttu. Yanında belli bi' vakit oturur, evlerimize salınırdık. Ah o evime giden yol da öyle bi' yokuştu, o ne yokuştu! Okulda sadece edebiyat dersini severdim. Sesi gür çıkan sadece ben olduğum için de, öğretmen sınıfta bir kaç deneme yaptıktan sonra, genellikle bana okuturdu edebi metinleri, şiirleri. O günlerde u bu derslerde kafiye hastalığına tutulmuştum. Günlük konuşma dilinde bile, bu paragrafın başında da gördüğünüz gibi, basit-saçma ve hiç bir edebi değeri olmayan bir şekilde cümleler arasında kafiye oluşturmaya başladım. Bilinçli olarak başladı ve bir vakit sonra hastalığa dönüştü. Yine böyle bir günde, hoş-nahoş-yokuş ekseninde ucuz bir kafiye oyunu yaparken, dayanamadı abimiz ve ağzından ilk kelimeler ve cümle döküldü. Sesini ilk kez duymuştum:
          "Düzgün  konuş lan ağzına sıçtığım!!"

Niye korktuysam bilmiyorum, o 70 derece yokuşlu ev yolunu hiç aksatmadan koşarak kat ettim. Eve geldiğimde, dış kapıda babam için asılı duran aynada ağzıma gelmiş kalbimi görebiliyordum. Oturdum, soluklandım. Bir kez daha sigarayı bırakmaya yemin ettim. Ahh benim şimdi tertemiz olan ciğerlerim ne ağrıyordu, ne ağrıyordu. 

Uzun bir süre uğrayamadım yanına. Sokağından geçemedim, uzaktan sıfatına bile bakamadım. Bıçkın delikanlı sandığım camdan bünyemin, aniden edilen bir lafla nasıl yerle bir olduğunun farkına vardım. Kaybedecek bir şeyin daha olduğunun farkına varmamla beraber, günler geçtikçe kaybettiğim bu hayata karşı cesareti yavaş yavaş toparladım. Yaklaşık 7 ay sonra abimize yaklaşmayı başardım. Umursamadı beni. Bira şişeleri yanında birikmişti, günün ilk ve son çayı da önünde dumanı tüterek duruyordu. Oturamadım yine de yanına. Kahvede babasının yanında oturan arkadaşımın yanına oturdum. Bir klasik olarak tavla oynadık ve kısa sürede yendim. Bu oyunu gayet iyi oynardım.

Daha önce yanında çalışmamın da kendine güveniyle, kahveci Kemal abi boşları toplamamı buyurdu. Meczubun bardağı alırken, kolumdan tuttu ve anlamsız bir şekilde yüzüme baktı. Korkmuyor gibi göründüğüme emin olmama rağmen, ellerimin titrediğini titreşen çay bardaklarından anladım. Sonra bir iç çekti ve 
          "Bak genç! Görüyorum, anlıyorum ve de biliyorum ki tavlayı iyi biliyorsun. Ama bağlamayı                bilmiyorsan, evet, hiç bir şeyi bilmiyorsundur." dedi.
          Kekeleyerek, "abi müzik öğretmenim müzik kulağımın iyi olmadığını söylüyor. daha çok edebiyatta iyiymişim." diye karşılık verdim.

Dalga geçer gibi bir dudak hareketi yaptı ve elindeki üç taşla oynamaya devam etti. Kendimi kurtarırcasına ondan uzaklaştım ve boş bardakları kahvehanenin ocak kısmına götürdüm. 

Günler boyu, aslında ne demek istemiş olabileceğini düşündüm. Belli ki çok da felsefik bir şey söylememişti, hatta ve hatta öylesine söylemiş bile olabilirdi. Günler, aylar geçti. Lise bitti, üniversite sınavı haliyle kazanılamadı. Abimiz duvarın dibine pek uğramaz oldu. Kahveci Kemal abiye sordum, bilmiyordu. Kahvedeki diğer abiler, amcalar ve dayıların da bir haberi yoktu. Bir zaman sonra ben de aramayı, sormayı kestim.

Ertesi sene, öyle ya da böyle İnönü Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni kazandım. Ek kontenjanla.. Bir sene sonunda, artık doğru düzgün kafiyeler kuruyor, kötü de olsa biçim olarak daha düzgün şiirler yazıyordum. Malatya'da ilk senem zor geçti. Kendimi her tatilde, Kastamonu'ya, ailemin yanına atıyordum. Yine böyle bir kaçış zamanı, ki ramazan bayramıydı, yine kendimi en rahat hissettiğim yere attım. Sırt çantam ve bavulumla, o ölü öldüren yokuşu çıkmak üzereydim ki, abiyi duvar dibinde uzanırken buldum. Uzun zamandır karşılaşmadığım arkadaşa koşar gibi yanında bittim. Umursamadı, yine dalga geçer gibi gülümsemesiyle bana baktı. Daha sonra yüzünü duvara, ardını bana dönerek uzanmaya devam etti. Nedendir bilinmez bir hayal kırıklığı kapladı içimi ve ben de gerisin geriye eve gittim.

Üniversiteden dönüşte servis edilen "oğluşumun en sevdiği yemekler" konseptli yemek masası ilgimi hiç çekmedi. Bayramın ilk günü, babamın bizzat kendi elleriyle kestiği kurbandan yapılan kavurmaların kokusu ilk kez iğrenç geldi. Kan ve et kokulu evimizin bahçesinden uzaklaştım. Koca bir şehir bu kokuyla doluyken, nasıl olur da kendime huzurlu bir yer bulabilirdim ki?! Bilmiyordum. Yine bir şekilde kendimi meczup abinin yanında buldum.

Saatlerce yanında oturdum. O taşlarla oynamaya devam etti. Akşam ezanı okunmaya yakın, kendi kendine mırıldanmaya başladı. İç çektikten sonra 'siktirgit bakışı'yla bana döndü ve "Anlamlandıramazsın, olmaz! Duyumsayamazsın, mümkün değil! Gördüğünü sanarsın, ki bu felaket olur. Aynı yerlere basma. Sadece söyle, dinle." dedi.

"Sonuçta, konuşunca saçma sapan konuşan biriyim. Niye beni dinliyorsun ki?!"

Bir daha hiç bir bayram dönüşü yanına uğramadım.

2 Eyl 2014

Geçmiş Ağustos Günleri İçin Naçizane Öpüşler

1 Eylül-

İki saç teli buldum yerde, benimkilerden uzunca. Sonra, o an tesadüfen sehpada duran Eylembilim'in 55. sayfasına birini, 63.sayfasına ise diğerini koydum.




18 Ağustos-

Arılar dumanından kaçsın diye yakılır kahveler, herhangi küçük bir çay bardağının içinde. Oysa ki yaşayamaz hiç bir kimse, gidivermek isterse, bir gün, bütün arılar..

Atlar, bütün diğer hayvanlar gibi birbirlerini sevsinler diye, dişi ve erkektir. Oysa turizm amaçlı çiftliklerde, mini kot şortlu kızlar gezsin üstlerinde diye ayrı tutulur birbirlerinden dişi ve erkek atlar ve çitler ayırmak içindir turizm amaçlı çiftliklerde, dişi ve erkek atları..

Ah bu ay, bu dolunay: 17 Ağustos'un dolunayı.. Bir rakı masasına sahip bir balkona, değdi ışığın olağanca. Çıplak heykeller yapmalı, çırılçıplak heykeller... Oysa balkonlar, içeri kaçmanın en kestirme yolu sanan çocuklara, iki yastıklı yataklarda tek başına yatmanın mutlakiyetini öğretmek içindi, site site binalı, koca koca şehirlerde. Bu yüzdendi iki kişi, ister, yine ister, yine isterdi..

Heykeller, heykeller, heykeller...


29 Ağustos-

" Ah kavaklar, aaaah kavaklar.. Acı düştü peşime.
Ah kavaklar, aaaaaah kavaklar. Ardımdan ıslık çalar. "



Bu şiir veya daha sonra yapılan türküsü eşliğinde anamayacağım anacım seni. Ne kadar istesem de olamaz güzelim, maalesef. Bu mısraları yazarken, şans eseri dinliyorum türküsünü sadece. Seninle ilgisi yok yani.

Havuz başı aşkları gibi sahte, güneşli kış havalarında açılan şemsiyeler gibi işlevsiz, sabaha karşı öten baykuşlara atılan kindar bakışlar kadar da manasız bir insanım. O kadar, o kadar ki, kendimi ucuz teşbihlerle ifade edebiliyorum. Bu yüzden, bu gece yanlış, toptan yanlış be güzelim.

Biz seninle 1678 gün, yok artık! 



3 Ağustos-

En 'güzel' türkülere...


Büyük beyaz dolabımı tekmeledim. Sırtımı onlarca kez yatağıma vurdum. Gözlerimi kin beslemeyeceğim herhangi bir şey buluncaya kadar, kaybedinceye kadar yani kendimi, fır fır döndürüp durdum. 
Gelmeyecek!

Bulduğum ilk terlikleri, annemin pembiş kalpli olanlarını, ayağıma geçirip koştum. Dereboyundan uçarcasına döndüm virajları. Düşercesine geçtim köprüleri. Ve sonunda teyzelere çarparcasına, çocukları ezercesine girdim çıktım çocuk parklarından. Gittim sonuna oturdum, bir bankta bir başıma. 
Gelmeyecek!

Dünyanın en güzel şarkısını detone sesle bağıra çağıra söylemek gibi bir şey, seni beklemek. Düşünmek değil bak, beklemek. 
Bekler dururum bir çocuk parkında, bir bankta, bir kaydıraç tepesinde, aşağıdakinin kalkıp gitmesini gergince beklerken bir tahtıravallinin üstünde, dandik bir spor aletinde altmışlık teyzelerde goy goy ederek. Beklerim, bir çocuk annesini çığır çığır çığırıp çağırırken, hiç bir şey duymadan bir çocuk parkında, bir bankta..

Ama umutsuzum saatlerdir, oldukça umutsuz..
Gelmeyecek!

Bugün şeytana uydum, gel.. Kahveyi fincan yerine, ocağa döktüm, n'olur gel!

'Di' gel yanıma, bugün gel, yarın gel, yarından sonra gel, yarından sonraki yarından sonra gel.

Fincana kahve koydum.. Gerçekten... Gel!
Dizimi sana sehpa ettim, gel.

Banktan, çocuk parkından, daha sonra ise çay içmeye gittiğim çınarın altındaki çay bahçesinden ve onun bulunduğu camiden ve beni oraya götüren bütün umarsız arkadaşlarımdan uzaklaştım. Eve gidiş, 1345 saniye; telefonuma gelecek bir mesaj sesi ise paha biçilemez. Düşercesine geçtiğim köprü 'umutsuzluğun köprüsü', uçarcasına virajlarını döndüğüm dere 'umutsuzluğun deresi', bu şehir zaten 'ümitsizliğin başkenti'... Hoy da hoy, edebiyat yaptığım bütün dönüşler beni benden alır çocukluğumdan beri. Ah bu dönüşler, eve dönüşler. Kapısını açmak için anahtar soktuğum o delik, 'umutsuzluğun deliği' değildi artık. Sonuna kadar, duvara kadar açtığım kapı da... Her şeyin sonunda, hiç bir şeyin başlangıcında biliyorum ki..
Gelmeyecek!

Küçük serçe kaçma hemen.



--dındın dıdıdın dındın fitü fitü tütüüü--
"..geliyorum.."

Kendimi Yakaladım

Bir dönüş bu, benden içeri... Kaçar iken her şeyden, yine buldum başıma bi' bela.

Mart ayında kaçmaya başladım; fakat geldim, döndüm, buldum yine kendimi. Kaçarken yakaladım kendimi.



Siz, çok sevdiğim insanlar-sevdiğim insanlar-az sevdiğim insanlar, bilerek de olsa, kazara da olsa burada bu zırvalıklarımı okuyanlar... Yeniden buraya yazmamı gerektiren sebepleri öpelim mi beraber?

Benim öptüğüm yerlerden, lütfen öpünüz.

Sevgiler.


16 Mar 2014

Yüzüncü Sayfanın Hidayeti

Annesinin çeyizinden kalan, tahminen yirmi yıllık halı üzerindeki desenlerde gördüğü hayali yollarda, hayali arabalarını sürerdi Hidayet. Ağzıyla egzoz sesleri yapar, yine hayali olarak önündeki arabaları sollardı. Hayali trafik ışıklarında durur, arkasından sirenleri çala çala gelen ambulanslara yol verirdi telaşla. Böyle de kendine has, meczup ve kadirşinas bir çocuktu. Hayal gücüyle sınırlı çocukluğu boyunca, ileride kendi kişiliğini kazandıracak bütün özellikleri topladı kendinde.
Yedi yaşına geldiğinde, hayali arabalardan oluşan koleksiyonu çoktan oluşmuştu bile. Bir gün oynadığı ile ertesi gün oynamıyor, sürekli bir devr-i daim içinde, onlardan sıkılmaktan alıkoyuyordu kendini. O yaşta bile en korktuğu şey sevdiği şeylerden günün birinde sıkılmaktı. Kısmen başarılı olduğu bu oyundan sıkıldı bir gün. Sıkılma korkusundan sıkıldı. On yaşına geldiğinde hiç bir şeyden sıkılmakta kendini mazur görmeyen, taptaze bir delikanlıydı. Artık her şeyin üstüne üstüne gidiyor, çekinmiyordu.
Babasının gençlik döneminden kalan, tahminen otuz yıllık misket koleksiyonunu, çocukluğu ile beraber arkasında bıraktı. Böyle de geçmişe takılmayan, geleceği önemseyen kendine has ve kadirşinas bir çocuktu. Artık onaltı yaşına gelmişti. Kendisine "unut beni" diyen kızlara siktir çekebilecek kıvama gelmişti. Büyüdükçe büyüyor ve içindeki masumiyet yerini insafsızlığa bırakıyordu.
       Sonu okunmayan masallar okundu ona, kendisi de bir parçası olsun diye.
Şimdi, hocam sen beni böyle anlatıyorsun da ne gerek var böyle sözlere. Arabaymış, misketmiş de terk etmiş de onu yapmış da bunu yapmış da.. Uzatma bu kadar. Bana okunan masalları sikeyim, sana bir şey olmasın affedersin.
Bi' kere sana şöyle diyeyim, o halılarda yollar vardı. Elimde de arabalar.. Ve çok çok acelem vardı, zerre sikimde olmadı arkamdaki ambulanslar. Çocukken ambulans geçti mi sokaktan, "en şanslı 'ce' nedir?" diye birbirimize iğrenç şakalar yapardık biz. Tam yedi yaşındayken bilmiyordum da on yaşında gayet tabi biliyordum. 'Böyle de kendine has, meczup-meczup ney lan bu arada ve kadirşinas' bir çocuktum. Hehehe!!
Resmen saçmalık yazdığın şeyler, biliyor musun?! Resmen! Hayal gücü bilmeyiz biz, ekmek biliriz. Ya ekmek..
Babam ayrı mesele. Annemi döverdi bi' kere. Annemi çok severdim tabi ki her erkek çocuğu gibi. O yüzden hep kin belledim ona. Bi' kere dayanamadım, sapanıma taktım misketi kafasını yardım itoğluitin. Heheh, bi' güzel ben de sopayı yedim tabi ki. 'Böyle de babamdan geçmişte yediğim dayaklara takılmayan, gelecekteki köteklere doğru yüz metre rekortmeni siyahi atlet gibi koşan, kendine has ve kadirşinas' bir çocuktum. Hehehe!!
"Unut beni" diyen kızlara siktir çekemedim bak. Hiç bir zaman çekemedim. İçten içe duygusal varlıklarız be hocam. Kızlar konusunda öyle.. Siktir çekemem, kıyamam. Bu kıvama gelemem, hiç de anlattığın gibi değil. Bi' bu konuda, bi' sesim konusunda utangacım ben. Türkçe derslerinde, kötü sesim yüzünden cümle sınıfa rezil olmamak için okuma parçaları okunacağı sırada, öğretmenin göz kontağından fellik fellik kaçan ama yine de yakalanan bahtsız bir çocuktum ben. Ne diyon sen! Bu yüzden masal deme bana, masallarını sikerim senin.
       
Böyle derdi, şayet yaşayıp da okusaydı ona üstte yazdıklarımı.

Biz zırvalarız bilmiş bilmiş. Onlarsa yaşar.



" Hidayet, hşşşt sana diyorum sana saklanma öyle. 100. sayfayı aç. Hah açtın mı? 'Sivrisinek ile Arı' Hadi bakalım."

15 Mar 2014

+-+

+ Ah be abi.. Ne oldu yine?
- Sinirlerim bozuk. 
+ O çok belli oluyor. Halinden, tavırlarından, en çok da ellerinin titremesinden.
- Sahi mi lan! Belirtiler aynı mı yani?!
+ Aynı, aynı. Tıpkısının aynısı.
- İçim daralıyor napıyım. Bak, geçen yıl bu zamanlardı. Dedim ki kendi kendime, bi' söz verdim. Devir bencillik devri. Herkes önce kendisini düşünüyor. Hem de karşısındakine, hiç mi hiç acımadan. Olum sen niye böylesin dedim. Sen niye kendini düşünmüyorsun. Bencillik öyle bi' şey ki, senin fedakarlık yaptığını zannettiğin insanlara bile, çekici gelmiyor fedakar oluşun. Öyle de bi' karar aldım işte kendi kendime, önce kendini düşünceksin. Bundan sonra, hep önce kendini düşüneceksin dedim. Fakat olan bu işte.
+ İnsanın tabiatı abi, değiştiremiyorsun demek ki.
- Galiba..
+ Neyse boşver, bi' bira içer miyiz hah şöyle karşılıklı.
- İçelim lan! Bi' kasayı bitiresim var.
+ Sigaraya yeniden başladın mı sen?
- Ellerimin titremesi geçmiyor başka bi' şekilde.
+ Geçen dedin ya hani. 'Bizim gibi mülayim çocuklara, bu düzen çok sert' diye.
- He
+ Sıçayım lan düzene. Bence böyle kalmalıyız.
- Di' mi lan!
+ He ya. Boş verelim diyorum ben yani. Düşün,düşün nereye kadar.
- Aynen, aynen. Düşündük de noldu!
+ Düşündük de nooldu anasını satıyım.
- İyice kezbanlaştık lan, farkında mısın?!
+ Hadi canım ordan, ne alakası var.
- Öyle lan işte, biraz dikkat et bak sohbetlerimize falan.

+ Hehhhe olabilir.

6 Mar 2014

- +

- bizim gibi mülayim çocuklara, bu dünya biraz sert!
+ hadi oradan. kimmiş mülayim, sensin mülayim! kendi adına konuş.
- olum, mülayim dediysek de öyle her şeye, her koşulda mülayimlikten bahsetmiyorum. aha, demin gelir gelmez anlatmadın mı o garson kızı? sana fazladan iki bira yazmış. gördün ve söylemedin. neden söylemedin de gittin ödedin o 'içmediğin' iki birayı.. haa! neden?
+ güzeldi lan!
- ne?
+ ee.. garson.
- ya olum manyak mısın! güzelse, güzel.. eee noldu sen şimdi o iki birayı ödeyince?! ne düşündü o kız! 'ehee sünepeye bak, söğüşledik onbeş lirasını' diye düşünmemiş midir?
+ ... ne bileyim abi ya. ödeyemedim, söylemedim işte bi' anda. sanki şey diyeceklermiş gibi geldi.. 'biz yalancı mıyız kardeş, hırsız mıyız da senin içmediğin birayı, sana yazacaz.. ha' diyecekmişler gibi geldi.
- ya, diyeceklermiş gibi geldi demek.
+ öyle.
- ben sana diyorum işte, boşuna demiyorum: bizim gibi mülayim çocuklara, bu dünya pek bi' sert.
+ demin biraz demiştin..
- efendim..
+ demin diyorum, biraz sert demiştin. şimdi ise pek bi' sert dedin.
- eee nolmuş?
+ nassı nolmuş.. şimdi karar ver. biraz mı sert, pek bi' mi sert?
- bayağı sert be olum işte.
+ iddiayı gittikçe artırıyorsun.
- noolacak tabi ya.

....
- olum lan napıcaz biz be! hee 'napıcaz be kamil'
+ ne kamil'i lan!
- olum farz-ı misal diyorum.. var ya erkan can'ın filmi. or'dan.
+ hee tamam.
- napıcaz olum lan! 25 yaş sendromu dediler. onu bile 30'nda yaşıyan yeteneksiz, çapsız insanlar mı oldu biz!
+ sen 27 değil miydin ya?
- olum farz-ı misal diyorum işte. 25ten sonra her yaş 30 gibi geliyor insana.
+ yaani. tabi.
- yeminle bi' 27 yaş overdose'u her şeyii halledeeğğ.
+ saçmalama lan! sen kim overdose kim?! kova yaparken bile öksürüyon mal mal. çekemiyon bile içine.
- saçmalama lan! uzun zamandan beri içmiyodum ondan öyle oldu geçen gece. ohoo ben üniversitedeyken tey tey tey..
+ ney ney ney!!
- tey tey işte.
+ ehehe
- gülme lan! napıcaz diyorum sana?! nasıl, nerden vuracaz biz voleyi?! öyle akşama kadar pinekleyerek, öyle böyle ederek geçmiyor zaman. bari bi' kız falan olaydı ya! bizim gibi mülayimlere gerçekten acımıyor lan zaman!
+ öfff, çok saçmalıyon ya!
- saçmaysa saçma 'mına koyayım! yeter lan! seninle takılmaya başladıktan sonra mı böyle oldum, yoksa hep böyle miydim acaba! içimi çürüttün be!
+ lan sen hep böyleydin. samimi olmadığımız zaman da görüyodum arada sırada seni. sen hep böyleydin valla.
- he lan he! hep böyleydim. tabi!
+ olum çok dert ediyon kendine. bak böyle olmaz. saçın falan dökülür. zaten amcalar gibi beyazladı. sahi nasıl bir senede beyazladı senin bu saçlar? bizden sakladığın derdin mi la?!
- bildiğin şeyler lan işte. ne olacak allah aşkına!
+ he ya bildiğim şeylerdir. zaten onlar sana yeter.
- offf sıkıldım. senden de bi çözüm gelmiyor. hesabı öde de kalkalım hadi!
+ valla, ben senden diye geldim bu akşam. zaten parayı ekstradan iki biraya verdim. yok bende.
- iyi la iyi. benden olsun bu sefer.

....
- yok olum yok! bizim gibi mülayim adamlara bu dünya çok sert!!
+ noldu lan?
- 3 bira ekstradan yazmışlar.
+ naaptın, ödedin mi?
- he!

21 Şub 2014

Statü Farkı

Bu şehre geldiğimizin ilk günüydü. Şehrin istasyon meydanını gören lojman terasında oturmuş, meydandaki 10 Kasım anmasını izliyordum. İstiklal marşı biter bitmez yanımda babam bitti. Koca bir evi neredeyse tek başına taşımış olacak ki bitkindi. Hangi okulda okumak istediğimi sordu. İki seçenek sundu ve ben, o zaman ki derin sevgimden ötürü, adı Atatürk olan okulu seçtim.

Meğer, çoğunlukla şehrin orta-üst burjuva kesiminin çocuğunu gönderdiği okulu seçmişim. Hatırlıyorum, 6 tane şube vardı okulda. Beni okulun toplama kampı tipli sınıfına verdiler. Haylazların, tembellerin ve de en mühimi ailesi bi' nebze daha fakir olan çocukların sınıfına...

2. ve 3. ve 4. sınıf geçip gitti bi' solukta. Çocukken daha uzun geliyor bu zaman insana. 5. sınıfın başında o geldi. Hali, tavırları, kısaca her şeyiyle bizim sınıftan biri gibi değildi. Aramızdaki statü farkı o kadar fazlaydı ki laflarla anlatılamaz. O yaştaki en büyük statü farkı ise ne maddi durum ne de başka bir şeydi. O çalışkandı, bizden biri olamazdı. Daha okula geldiğinin ikinci günü, sınıfı ziyaret eden valinin sorduğu soruyu koca sınıfta sadece o bilmişti. Ve de çok çok güzeldi.

Evet, aşık oldum. Güzelliğine olsaydı eğer, ilk gördüğümde olmalıydım. Büyük ihtimalle çalışkanlığı etkiledi o zaman. Bizden çok farklıydı çünkü. Melankolik, kendi halinde, uslu, naif, sessiz, sakin gibi bütün unsurları barındıran biri olarak, tabi ki, hiç bir zaman açılamadım ona. Açılmak bi' güne dursun, onu sinir etmek için her şeyi yapıyordum. Çalışkan olduğu için tiyatro oyununa deneme yapmadan almıştı öğretmenimiz ve adaletsizliğe taviz vermeyen ben ikisini birden, naifliğime hiç yakışmayacak bir şekilde, haşlamışlığım bile olmuştu. Erkeksen oyunun kuralı bu. İlgi gösterdiğini göstermemek için her şey yapılmalı.

Ortaokul kısmına geçtiğimizde sınıfın durumu artı geri dönülemez biçimde kötüye doğru gidiyordu. Haylazlık diz boyuydu. Bu duruma dayanamayan  türkçe öğretmeni, mütemadiyen, ağlayarak sınıfı terk ediyordu. Bu kötü durumun önüne geçmek için çaresizce zırt pırt öğrencilerin oturma düzeni değişiyor; lakin hiç bir olumlu sonuç alınamıyordu. En sonunda canına tak eden sınıf öğretmenimiz bizi kızlı-erkekli oturtmaya karar verdi. Bu karara en çok sınıfın kızları üzülmüştü. Taze ergen erkeklerde ise yanına bi' kızın oturacak olması üzerine büyük bir heyecan vardı. Benim ise tek düşündüğüm oydu. Yan yana otursak ne güzel olurdu.

Ders zili çaldı ve hoca içeri girdi. ' Haydii!! Herkes tahtaya..' dedi ve hepimiz it gibi dizildik yan yana. Önce kısa boylulardan başladı. Tabi ki sınıfın en uzunu olarak en sona kaldım. Ve sonunda o sözü duydum: ' Can, bana bak. Sen .......'nin yanına geçiyorsun.' Şok olup kaldım öylece iki saniye. Yüzümde garip gülümseme ile... ' Ne sırıtıyon lan! Geçsene yerine!!' diye bağırınca öğretmen kendime gelip, hızlı ve ürkek adımlarla duvar kenarı sondan ikinci sıraya doğru yürümeye başladım. Koridor tarafına oturdum. Tam yüzüne bakıp gülümseyecektim ki, gülümsemem yüzümde öylece kalakaldı. Ağlıyordu. Gerçekten, öyle böyle değildi. Gözyaşları sel gibi akıyordu. Ağladığına üzüldüm ve niye ağlıyorsun dedim. Cevap vermedi. Bi' kaç saniye sonra ise ağlayarak bağırdı.
- Öğretmeniiiiiiiiiiiiiiiiimmm! Can'la oturmak istemiyorum. Benim bi' tembelle ne işim olabilir ki?!!

Statü, statü farkı...
O yaşta kelime anlamını bilmediğim; fakat varlığını somut olarak acı bi' şekilde içimde hissettiğim o anda, o acıyla sanırım, ben de bağırmışım:
- Siktir or'dan, kevaşe!

16 Şub 2014

Bir arkadaşım, mütemadiyen, ölmek istiyor.
İsteyebilir, bu hakkıdır diyebilmek ise çok bencilce geliyor.
Ki ölmeyi istemesi de  bi' bakıma, bencilce.
Yaşamayı gerektirecek bir sürü sebep varken üstelik. Annen varsa hala, al sana sebep.
Uyumak üzeresindir. Yorganı çekmişsindir üstüne. Sabah uyanmak gerekiyordur.
Okul vardır, okulda aşık olduğun kız vardır. Bir an önce sabah olsundur.
Kapı açılır. Koridorun ışığı dolar odana.
Oturma odasında pazar akşamı maç özetlerine bakıyordur baban, işte o televizyonun sesi dolar odana.
Dalıyorken engeller annen, "al annecim, sıcak süt" der. Okuldur, aşık olduğun kızdır; umursamazsın. Sütü sevmesen de anneni seviyorsundur. İçersin o sütü.
Yaşamayı gerektirecek bir sebeptir sana arkadaş. Annen.
O hala yaşıyorsa, ölemezsin.

Bir arkadaşım ölmek istiyor çoğu zaman.
İçeceğimiz biralar ve sohbetlerimiz var arkadaş! Ansızın gideceğimiz yerler var. Kolay yolu seçeceksen öl tabi. Yapacak bir şey yok. Eşşek kadar adamsın.

Kısmi

Bu ev, bu sokak, bu mahalle, bu semt, bu şehir, bu dünya ve bu galaksi yabancı bana. Yahut ben ona yabancıyım. Nasıl olduğunu, ne zaman olduğunu bilemediğim bir zamanda uyandım bir çayırlıkta. Yanımda tüplü bir televizyon, üstümde ise gri eşofman altı ve beyaz fanila... Ciğerime dolan, ciğerimin alışık olduğu havadan farklıydı. Bunu alveollerime giren o ilk nefeste çok rahat hissedebiliyordum. Midem ekşiyor, ara sırada da garip gurup gurultular geliyordu. Bilmem kaç ışık yılıdır muhtevası boş gibiydi midemin. Garip bir yalnızlık çöktü, kendime geldiğim o üç saniyeden sonra üzerime. Bu çayıra, bu toprağa, bu galaksiye hatta, yabancı olduğumu hissettim.

Sonra açık olan televizyondan bir ses işittim. Dönüp baktığımda karıncalıydı ve belli belirsiz bir şekil konuşuyordu, yine anlaşılamayacak bir şekilde. O herhangi bir kablosu olmayan tüplü televizyona bakmamaya karar verdim. Zira dayanılacak türden bir işkence değildi. Bulunduğum çayırlıkta da daha fazla kalmamaya karar verip bu yabancısı olduğum yeri keşfetmeye karar verdim. Biraz yürüdüğümde, gördüğüm ilk şey bir dut ağacında baş aşağı sallanan bir şekildi. Garip bir ses çıkarıyordu hiç anlamadığım, hiç benzerini duymadığım. Tam da görmezlikten gelip yanından geçip gideceğim sırada, ‘hşşşt’ diye seslendi. Dönüp bakmayınca bu sefer ‘hooop laaan daşaksız baksana sesleniyoruz sana burada’ dedi. Bu ilk kez karşılaştığım bu alelade üslup beni ziyadesiyle rahatsız etmiş ve hatta germişti. Hemen oradan uzaklaşmalıydım, tabana kuvvet koşmalıydım. Kendimi bir belediye kanalının akıntılı sularında bulma ihtimaline rağmen, oradan buradan zıplamalıydım. Yapmadım. Zaten yapmama da izin vermeden bir anda yanımda belirdi. Uçtu mu, kondu mu bilmiyorum üstelik. ‘Bana bak kerkenez!’ dedi. ‘Bizim buralarda, işler biraz değişik yürür. Seni burada gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Üstelik bizim türümüze de hiç benzemiyor gibisin. Hem bu kafandan çıkan tüy de neyin nesi?! Nesin lan sen!’ dedi. Dut yemiş bülbül gibiydim. Sen böyle sabahtan beri konuştuğuma bakma, gerçekten ağzımdan tek bir kelime bile özgürlüğe kavuşamadan damaklarıma, dişlerime ve dudaklarıma çarpıp ciğerlerime geri dönüyordu. ‘Bilmiyorum.’ diyebildim, gerçekten ne olduğumu, nerden buraya geldiğimi ve nereye gideceğimi gerçekten bilmediğimi de ilave ettim. Ama... gözlerimle.. Sanırım o hiç birini anlamadı ve bir anda kafama sert bir şey indirdi. Gerçekten de o turuncu kafalı, garip tiple alakalı hatırladığım son şey bu.

Bilmiyorum kaç zaman sonra bir bozkırda uyandım, dayanılmaz bir baş ağrısıyla. Kısa bir süre bu baş ağrısının sebebi anımsayamadım. Tepemdeki parlak, sarı top ziyadesiyle nemsizlikten kavrulan tenimi yakıyor ve de acıtıyordu. Kim bilir ne kadar vakittir burada yatıyordum. Canım çok acıyordu, çok çok. Aslında canımı acıtan ne bu parlak top ne de biçimsiz yabancısı olduğum şeklin başıma indirdiği o şeydi. Çok yabancıydım. Uyuduğum ve sonunda uyandığım her yere… Çok, çok yabancıydım. Kim olduğunu ve ne olduğunu bilmediğim birisi, inatla adeta, beni oradan oraya atıyor yaşadığım her yere yabancılaşmama neden oluyordu. Bir inat sonucu belli ki, oradan oraya savruluyordum.

Doğruldum. Ayak ucumda bir çanta vardı. Çantanın içinde de bir walkman. Ne zamandır bir walkman görmememin şaşkınlığını atlatır atlatmaz kulaklığını alıp kulağıma taktım. Çıt sesi geldi play tuşuna basınca. Altımdaki bozkır çayır çimen oldu birdenbire, duyduğum o ezgiyle. Maviye çağıran bir şarkıydı, söyleyenin böğründen kopup geliyordu bu çağırış. Şarkının ikinci yarısı geldiğinde birdenbire durdu ve ince narin bir ses geldi ezginin yerine. Tanımadığım bir ses, daha önce benzerini işitmediğim. Çantanın içindeki haritayı işaret ediyordu. Çantayı ürkekçe bir aceleyle karıştırdım ve fermuarlı bölümde haritayı buldum. ‘ Şu anda buradasınız.’ yazısının yanında kocaman bir kırmızı daire vardı. Walkmandeki ses ‘Şehit Hava Yüzbaşı Süha Edinlioğlu Çocuk Parkı’na gitmem gerektiğini söyledi. Haritaya bakar bakmaz hemen gördüm yerini. Bulunduğum yerden iki buçuk kilometre doğuya gitmem gerekiyordu. Walkmandeki ses çıt dedi kapandı ve aynı adamın başka bir şarkısının orta yerinde kaset akmaya devam etti. ‘i got a telephone call from Istanbul.. my baby's coming home today’ diyordu, bu şarkıyı sevdiğimi anımsadım. Sarı sıcak top inatla yakmaya devam ediyordu; ama sayesinde doğunun ne tarafta olduğunu hemen kavradım. Adımlarım kaç santim bilmiyordum. On adımım kaç metre eder, bilmiyordum. Yine de, itinayla yürüdüm doğuya. Haritada geçtiğim binaları, alışveriş merkezlerini göremedim. Yıkıntılar, taşlar ve duvarlar vardı. Ara ara, rüzgarın kumları kaldırdığı yerde parke taşları gördüm. Ve de yıkık birkaç trafik lambası…

Kumla örtülü bir teneke bir levhaya takılıncaya kadar yürüdüm. Tozlarından arındırdım levhayı. Çocuk parkına gelmiştim. “Biz burada yabancıları sevmeyiz.” dedi kalın çatallı bir ses. Dört bir tarafa dönmeme rağmen, sesin sahibini ortalıkta yoktu. “ Leeen daşaksız, buradayım görmüyor musun?” dedi. Yine o alelade o üslup, yine o hakaret… Kumların arasından beliriverdi aniden. Belirir belirmez kendisi ile birlikte üzerinde olduğu kumlar da savrulup uzaklaştı. Eğrilmiş, paslanmış tahterevalli gıcırdayarak düştü arkasından. “ Görüyor musun, bakıyor musun etrafına? Eski hayat yok artık buralarda. Gerçi o hayatı hatırladığından bile emin değilim.” dedi ve kendisinden bekleneceği gibi gür bir kahkaha attı. Şapkasını biraz da kaldırıp devam etti konuşmaya. “Güldüğüme bakma yabancı. Seni oradan oraya atmak, çok da hoşumuza gitmiyor. Amma velakin, ne zaman seni başı boş bıraksak, başını belaya sokmak için her şeyi, bilmeden, farkına varmadan yapıyorsun. Seni koruyoruz, korumak da zorundayız. İnatla ölmek isteyeni, biz de inatla korumak zorundayız. Burada her şey ölü, ölmemesi gereken de maalesef bir tek sen kaldın.”

Neden söylediğini anlamadığım bir çok daha sözler zırvaladı daha sonra. Sıcak sarı top tepelerin ardında batarken, beni özgür bıraktı. Son söylediği şey ise, “Biz her şeyi senin iyiliğin için yaptık Muharrem.. Senin için.” ‘Muharrem mi?’ diye sayıkladım birdenbire. İşte o anda ağzımdan çıkan ilk cümleyi şaşkınlıkla karşıladım.

Adımı öğrendim. Nerede olduğumu kısmen, neden burada olduğumu ise ucundan azıcık öğrendim. Fakat yine bu belli belirsiz park, bu belli belirsiz sokak, belli belirsiz şehir, belirsiz galaksi,  her şey yabancı bana. Belki de, hatta artık eminim kesinlikle, ben yabancıyım ona. Nasıl olduğunu, ne zaman olduğunu bilemediğim zamanda uyandığım bu yer, çayırlık da bozkır da olsa, o bana yabancı ve ben de bir o kadar yabancıyım ona. İnatla sürülürken yollarda, o yollar inatla maviye çıkmıyor. Ve ben de kaktüse, ağaca anlatıyorum bu hikayeleri, karşılık almadan. İnatla.

Tamamen öğrenecek miyim kim olduğumu acaba bir gün? Özgürlüğümü kısmi olarak verenlerin verdiği cevaplarda, henüz bulamadım bunu. 

10 Şub 2014

Piç Şeysi Kısa

Ben bu evden çıkıcam. 'Çıkacağım' yapay piç şeysi değil; bildiğin çı--kı--cam!
2 kez çıktım, yine çıkarım. 2 kez de döndüm tabi; ama onu sayanın ve hatırlatanın alnına pek bi' güzel şamar atarım.

Çıkarım, peki ama çıkıp da n'aparım?! Bunu düşündün mü diye sorana ise, pek bi' güzel okkalı cevap atarım:
"Yolcu, yolunda kararına varır nereye gideceğinin!"
Pek bir okkalı cevap olmadı diyene selam eder, gözlerinden öperim. Vecize sözlerde pek iyi olmadığımı kabul ettikten üç-beş saniye hemencecik sonra..

İnat ettim be güzelim, inat! İnat ettim be bunu okuyan sevdiğim güzel insan. Yaşayabilmek, en güzel olanını yaşamak için. Sebep oldukça basit, kendisinden alıntı yaptığımı belirterek Nazım'dan gelsin o zaman: "Yaşadım diyebilmek için."

Ben bu işi yapıcam. 'Yapacağım' yapay puşt şeysi değil; bildiğin ya--pı--cam!

Ah be bunu okuyan sevdiğim güzel insan...