Yazılar

16 Şub 2014

Kısmi

Bu ev, bu sokak, bu mahalle, bu semt, bu şehir, bu dünya ve bu galaksi yabancı bana. Yahut ben ona yabancıyım. Nasıl olduğunu, ne zaman olduğunu bilemediğim bir zamanda uyandım bir çayırlıkta. Yanımda tüplü bir televizyon, üstümde ise gri eşofman altı ve beyaz fanila... Ciğerime dolan, ciğerimin alışık olduğu havadan farklıydı. Bunu alveollerime giren o ilk nefeste çok rahat hissedebiliyordum. Midem ekşiyor, ara sırada da garip gurup gurultular geliyordu. Bilmem kaç ışık yılıdır muhtevası boş gibiydi midemin. Garip bir yalnızlık çöktü, kendime geldiğim o üç saniyeden sonra üzerime. Bu çayıra, bu toprağa, bu galaksiye hatta, yabancı olduğumu hissettim.

Sonra açık olan televizyondan bir ses işittim. Dönüp baktığımda karıncalıydı ve belli belirsiz bir şekil konuşuyordu, yine anlaşılamayacak bir şekilde. O herhangi bir kablosu olmayan tüplü televizyona bakmamaya karar verdim. Zira dayanılacak türden bir işkence değildi. Bulunduğum çayırlıkta da daha fazla kalmamaya karar verip bu yabancısı olduğum yeri keşfetmeye karar verdim. Biraz yürüdüğümde, gördüğüm ilk şey bir dut ağacında baş aşağı sallanan bir şekildi. Garip bir ses çıkarıyordu hiç anlamadığım, hiç benzerini duymadığım. Tam da görmezlikten gelip yanından geçip gideceğim sırada, ‘hşşşt’ diye seslendi. Dönüp bakmayınca bu sefer ‘hooop laaan daşaksız baksana sesleniyoruz sana burada’ dedi. Bu ilk kez karşılaştığım bu alelade üslup beni ziyadesiyle rahatsız etmiş ve hatta germişti. Hemen oradan uzaklaşmalıydım, tabana kuvvet koşmalıydım. Kendimi bir belediye kanalının akıntılı sularında bulma ihtimaline rağmen, oradan buradan zıplamalıydım. Yapmadım. Zaten yapmama da izin vermeden bir anda yanımda belirdi. Uçtu mu, kondu mu bilmiyorum üstelik. ‘Bana bak kerkenez!’ dedi. ‘Bizim buralarda, işler biraz değişik yürür. Seni burada gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Üstelik bizim türümüze de hiç benzemiyor gibisin. Hem bu kafandan çıkan tüy de neyin nesi?! Nesin lan sen!’ dedi. Dut yemiş bülbül gibiydim. Sen böyle sabahtan beri konuştuğuma bakma, gerçekten ağzımdan tek bir kelime bile özgürlüğe kavuşamadan damaklarıma, dişlerime ve dudaklarıma çarpıp ciğerlerime geri dönüyordu. ‘Bilmiyorum.’ diyebildim, gerçekten ne olduğumu, nerden buraya geldiğimi ve nereye gideceğimi gerçekten bilmediğimi de ilave ettim. Ama... gözlerimle.. Sanırım o hiç birini anlamadı ve bir anda kafama sert bir şey indirdi. Gerçekten de o turuncu kafalı, garip tiple alakalı hatırladığım son şey bu.

Bilmiyorum kaç zaman sonra bir bozkırda uyandım, dayanılmaz bir baş ağrısıyla. Kısa bir süre bu baş ağrısının sebebi anımsayamadım. Tepemdeki parlak, sarı top ziyadesiyle nemsizlikten kavrulan tenimi yakıyor ve de acıtıyordu. Kim bilir ne kadar vakittir burada yatıyordum. Canım çok acıyordu, çok çok. Aslında canımı acıtan ne bu parlak top ne de biçimsiz yabancısı olduğum şeklin başıma indirdiği o şeydi. Çok yabancıydım. Uyuduğum ve sonunda uyandığım her yere… Çok, çok yabancıydım. Kim olduğunu ve ne olduğunu bilmediğim birisi, inatla adeta, beni oradan oraya atıyor yaşadığım her yere yabancılaşmama neden oluyordu. Bir inat sonucu belli ki, oradan oraya savruluyordum.

Doğruldum. Ayak ucumda bir çanta vardı. Çantanın içinde de bir walkman. Ne zamandır bir walkman görmememin şaşkınlığını atlatır atlatmaz kulaklığını alıp kulağıma taktım. Çıt sesi geldi play tuşuna basınca. Altımdaki bozkır çayır çimen oldu birdenbire, duyduğum o ezgiyle. Maviye çağıran bir şarkıydı, söyleyenin böğründen kopup geliyordu bu çağırış. Şarkının ikinci yarısı geldiğinde birdenbire durdu ve ince narin bir ses geldi ezginin yerine. Tanımadığım bir ses, daha önce benzerini işitmediğim. Çantanın içindeki haritayı işaret ediyordu. Çantayı ürkekçe bir aceleyle karıştırdım ve fermuarlı bölümde haritayı buldum. ‘ Şu anda buradasınız.’ yazısının yanında kocaman bir kırmızı daire vardı. Walkmandeki ses ‘Şehit Hava Yüzbaşı Süha Edinlioğlu Çocuk Parkı’na gitmem gerektiğini söyledi. Haritaya bakar bakmaz hemen gördüm yerini. Bulunduğum yerden iki buçuk kilometre doğuya gitmem gerekiyordu. Walkmandeki ses çıt dedi kapandı ve aynı adamın başka bir şarkısının orta yerinde kaset akmaya devam etti. ‘i got a telephone call from Istanbul.. my baby's coming home today’ diyordu, bu şarkıyı sevdiğimi anımsadım. Sarı sıcak top inatla yakmaya devam ediyordu; ama sayesinde doğunun ne tarafta olduğunu hemen kavradım. Adımlarım kaç santim bilmiyordum. On adımım kaç metre eder, bilmiyordum. Yine de, itinayla yürüdüm doğuya. Haritada geçtiğim binaları, alışveriş merkezlerini göremedim. Yıkıntılar, taşlar ve duvarlar vardı. Ara ara, rüzgarın kumları kaldırdığı yerde parke taşları gördüm. Ve de yıkık birkaç trafik lambası…

Kumla örtülü bir teneke bir levhaya takılıncaya kadar yürüdüm. Tozlarından arındırdım levhayı. Çocuk parkına gelmiştim. “Biz burada yabancıları sevmeyiz.” dedi kalın çatallı bir ses. Dört bir tarafa dönmeme rağmen, sesin sahibini ortalıkta yoktu. “ Leeen daşaksız, buradayım görmüyor musun?” dedi. Yine o alelade o üslup, yine o hakaret… Kumların arasından beliriverdi aniden. Belirir belirmez kendisi ile birlikte üzerinde olduğu kumlar da savrulup uzaklaştı. Eğrilmiş, paslanmış tahterevalli gıcırdayarak düştü arkasından. “ Görüyor musun, bakıyor musun etrafına? Eski hayat yok artık buralarda. Gerçi o hayatı hatırladığından bile emin değilim.” dedi ve kendisinden bekleneceği gibi gür bir kahkaha attı. Şapkasını biraz da kaldırıp devam etti konuşmaya. “Güldüğüme bakma yabancı. Seni oradan oraya atmak, çok da hoşumuza gitmiyor. Amma velakin, ne zaman seni başı boş bıraksak, başını belaya sokmak için her şeyi, bilmeden, farkına varmadan yapıyorsun. Seni koruyoruz, korumak da zorundayız. İnatla ölmek isteyeni, biz de inatla korumak zorundayız. Burada her şey ölü, ölmemesi gereken de maalesef bir tek sen kaldın.”

Neden söylediğini anlamadığım bir çok daha sözler zırvaladı daha sonra. Sıcak sarı top tepelerin ardında batarken, beni özgür bıraktı. Son söylediği şey ise, “Biz her şeyi senin iyiliğin için yaptık Muharrem.. Senin için.” ‘Muharrem mi?’ diye sayıkladım birdenbire. İşte o anda ağzımdan çıkan ilk cümleyi şaşkınlıkla karşıladım.

Adımı öğrendim. Nerede olduğumu kısmen, neden burada olduğumu ise ucundan azıcık öğrendim. Fakat yine bu belli belirsiz park, bu belli belirsiz sokak, belli belirsiz şehir, belirsiz galaksi,  her şey yabancı bana. Belki de, hatta artık eminim kesinlikle, ben yabancıyım ona. Nasıl olduğunu, ne zaman olduğunu bilemediğim zamanda uyandığım bu yer, çayırlık da bozkır da olsa, o bana yabancı ve ben de bir o kadar yabancıyım ona. İnatla sürülürken yollarda, o yollar inatla maviye çıkmıyor. Ve ben de kaktüse, ağaca anlatıyorum bu hikayeleri, karşılık almadan. İnatla.

Tamamen öğrenecek miyim kim olduğumu acaba bir gün? Özgürlüğümü kısmi olarak verenlerin verdiği cevaplarda, henüz bulamadım bunu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder