Yazılar

14 Ara 2012

Boş Ev

"
-hiaaaaaaaaaahhh!!!
-aaa canım ne oldu!!!
-öhhüü, aynem detmeeeğe dittiii
babam ite dittiii,
ablam odulaa ditttiie..
ben yalnız kaaadım... 

                                   "

Veli'nin oğlu Orhan'ın bir şiiri vardır. Pek bi severim.. Şudur ki :

Annemi ölmüş gördüm rüyamda.
Ağlayarak uyanışım
Hatırlattı bana, bir bayram sabahı
Gökyüzüne kaçırdığım balonuma bakıp
Ağlayışımı.



Bana da hatırlatıyor evdeki sessizlik bu koca yaşımda...
Küçücük bi' çocukken uyanıp da evde kimseyi bulamamanın çaresizliğini...

Bir de bu zamanda, çocukluğumdaki gibi, çalacak bir komşu kapısı da yok!

Evde Yalnızlığın Zamanı

Akşamüstünün kızıllığının odama girip yüzümde kızıl bir gül gibi belirmesiyle uyandım. Üzerimde bornoz, kafamda da havlu vardı. İçeriden televizyon sesi geliyor. Babam işten gelmiş olmalıydı. Yatakta doğrulduktan sonra kulaklarımı dikip mutfaktan gelmesi muhtemel seslere açık ettim kendimi. Annem bu saatte midemize bayram yaşatması muhtemel yemeklerine son rütuşlarını yapıyor olmalıydı. Fakat ses yoktu. Babamla kavga edip yatak odasına kendisini atmış olması muhtemeldi. Son yıllarda sıkça olan bir şeydi. Ah seni gidi ekonomik kriz!!
Uyanmamdan, yatakta doğrulmamdan yaklaşık 3 saniye sonra evde kimsenin olmadığını hatırladım.
Evde tek olmak, evde tek olmanın verdiği düzensizlik, evde nefessizliğin yarattığı soğukluk..
Evde yalnızlığın zamanındayım...

26 Kas 2012

İkinci Yenici Oda

süreyanın yüzündeki hicap düşmüş gardroptan aşağı,
kedi tutunmuş ucuna sallanıyor..
alıverip kucağına sevesin geliyor keratayı..
kaybolmuş bir harf olmuş,
şifonyerin arkasından yatağına altına süzülen..
çengelli ucundan damlamış bir saat
gerçeküstücü bıyıklarını gösteriyor akrebinde..
bu oda, güzel oda
bunları içeriyor.

odam, güzel oda..
klişeye boğulmayan, yani fakir olmayan oda..
doldurdu evvel-i zamanda içine şiirleri..
pusa, sise bandırıp,
kedinin üzerinde dinlendiriyor..

Bugün Dandik Bir Şey Yazmasam Olmazdı

Bu saatte, gecenin en kör noktasında, uyuyamıyorken hele, başım ağrımasa olmazdı..
Tıpkı, sonuna kadar koşup, çizginin hemen dibinde düşmek gibi. Düşmesem olmazdı çünkü.
Bazı kimselere malum eder gibi içindeki duyguları, onların içinde doldurduğu boşlukları anlatmak için yazdığın öykülerin sonu kötü bitmese olmazdı..
Tıpkı, yayın hayatında yeni bir CNBC-E olmak için çıkıp da, eninde sonunda FLASH TV olan kanal gibi...

Başlarsın ey dost!! Sonunda oluverirler ghost!

Evet, evet bunu okuyan arkadaş. İğrendin ilkokul 4 aklı ürünü olan bu kafiyeden. Diyorum, gözükmez iyi yaptığın şeyler. Daima kötüleri algılar bu seçişenler. Ben dandik bir şey yazmasam, olmazdı ki.. Bu filmin sonu kötü adam öldüğünde bitmez ki..


Yazdığım şeylerde kendini tarif mi ettin ey can.. Başkasını mı ettin yoksam. Etmesen de olurdu bea! Olmazdı!
İşte bazı zamanlar geliyor da "Belki.." diyorsun ya; "ya olursa.."ya dönüşen çelişkin, "olur mu leyn"e evrildiğinden bir aşama sonra "olur len bence.." olur kesin..

Aklımız üretir hep "belki"leri.. Mahkumuz ah o "belki"lere..

Seni seviyorum benim biricik çelişkim..

19 Kas 2012

Bilgiç ile Ukala

Dünyayı seslerden ibaret sanırdı.
Ben ona öyle olmadığını anlattım..
Sevdiği şeyler için hep bir sözcük arardı.
Ben ona öyle olmadığını anlattım..
Düşündüğünü söylemenin değerli bir şey olduğunu iddia etti.
Ben ona öyle olmadığını anlattım..
Mütevazi olmaktan övünmenin ukalaca bir şey olmadığını zannederdi.
Ben ona öyle olmadığını anlattım..
O dünyayı gördüklerimizden ibaret sanırdı.
Ben ona öyle olmadığını anlattım..

O sandı,
aradı,
iddia etti,
zannetti...
Ben de öyle...
İki keçiydik nitekim, köprünün ortasındaki..
Ne o vazgeçti,
ne de ben geçtim..

18 Kas 2012

Rüyalarıma Tecavüz Eden Macciavellist

Uyanıkken gördüğüm rüyalar var. Normal hayatta düşüncelerime edilen tacizler, uyanıkken gördüğüm bu rüyalarda boyut değiştirir oldu. Gerçeği iki boyutlu, düşü üç... Çok garip değil mi?! Bence değil..
Gözlerim açıkken, bazı şeyler uçuyor çevremde. Görüyorum ve hissediyorum. Görmekle kalmayıp, artırıyorum. Rest çek lan ne olur der gibi baksam da baktığım yerde kendi yansımamı görüyorum. Önümdeki bardağın boşluğu, doluluğunun iki katından 5 gram eksikmiş. Çok bilinmeyenli bu uyanık rüyalarımın denklemini çözmek, gerçekten zor.

Karar verme anları gelir ya hayatımızda. Bazıları kilometre taşları olur hayatımızın. Senin yönün bellidir, gitmek istediğin yer apaçıktır. O yönü seçemezsin. Seçtirmezler. Masum bir bakışla ya da keskin bir emirle o istediğin yönün tam tersine gidersiniz. Uğruna ömrünüzü adayacağınız bir şey vardır sonunda; ama uğruna ruhunuzu satacağınız yola girersiniz. Ah şeytan, ah boynuzlu tek toynaklı iblis!! Ruhum ne kadar para eder, söyle iki katını versinler..

Önümdeki bardağın doluluğu 2 birim artırılmış, boşluğu ise 3 birim azaltılmış. O geriye kalan bir birim işte benim ruhumun koparılan kısmı arkadaş. Önce üflemiş kendinden olanın birazını, sonra ateşinde yarattığına satmamızı sağlamış ruhumuzu.

Uyumadan hemen önce gördüğüm rüyalar var. Orada biri kemerini açıp, pantolonunu indirmiş beni bekliyor. "Ne olursa olsun, ne yaparsam yapayım kazanacağım en sonunda" diyor. Gel diyor, bekliyorum diyor. Ama ben zaten kımıldayamıyorum ki. Dudaklarım oynamasa da bağırıyorum: "Karabasan gibi çullanacaksın işte birazdan üzerime, ne bekliyorsun!!"

Oyalayıp, acı çektirecek belli. Peki öyleyse..
Derdin ne diye soruyorum.. Neden peşimdesin? Neden kaç gecedir uykusuzluğumdan faydalanıp, uyumadan rüyalarıma girersin?...

"Benim gibi ol.." diyor..

"Senin gibi mi?"

İyi Şeyin Arasında

En kötüsüdür yine,
iki şeyin arasında olmak..

İki yaya çizgisinin,
arasında durmak..
Kördüğüm olmuş bir ipin,
İki ilmeği arasında boğulmak..

Sorduysan, kaldıysa..
Bozduysan, durduysa..
Sevdiysen, kaçtıysa..
Kaldıysan, iki şeyin arasında...

İyi şeyler olduysa da hayatında..
En kötüsüdür yine,
iki şeyin arasında olmak..

İki bulutun gölgesi arasında,
aydınlıkta kalmak..
İki kavak ağacının arasında,
gölgelerine sığınmak..

İstediğin olduysa..
Kovalarken, durduysa..

Bazen iyidir,
iyi şeyin arasında kalmak..


13 Kas 2012

Procne'nin Acısı Ne Kadar Acı

Timsahın gözyaşı mıydı gözlerinden akan? Bülbül olsa da kafesin içinde "Ah yavrum!" diye diye ağlıyor musun? Altın kafesler içinde vatan mı bellemiştin yavrunu? İnsansın nitekim, anasın. Ağlarsın oğlun Itys'ün ardından çaresizce.

Kadındır, kıskanmıştır kocasını başka bir kadından. Trakya'nın uçsuz bucaksız o tek ovasının içinden gürül gürül akan Evros'un azgın suyu aralarına mı girmişti de başka kadına gitmişti kocası Tereus. Evros değildir, Philomena'dır. Tereus baldız baldan tatlıdır şiarıyla ona koşmaktadır.

Hissetti Procne ortada var olan soğukluğu. Kocasının, genç kardeşini düşlerine gizlediğini. Düşlerinden çıkarıp yatağa atma için fırsatları gözden geçirdiğini. Her kadın gibi yedirememiştir belki. Bu kötü şeyin başına geleceğini.

Procne, zavallı Trakya'nın zavallı kraliçesi. Zalim, acımasız kıskançlığının ele geçirdiği zavallı kölesi.

Tereus uçkurun peşinden gider de sen neden acımazsın çocuğuna. Tereus'u istemez işte Philomena. Dilini keser kardeşinin kocan olacak budala. İçgüdüne yenik düşüp de kıydın yavruna. Yemek yapıp çocuğundan yedirdin kocana.

Sen şimdi bülbülsün, kıskançlığın ise kafes. Kocan Hüthüt olmuş, kardeşin ise dilsiz bir kırlangıç. Pişmanlığın seni yiyen ama öldürmeyen celladın. Cıvıldarsın kafesinde, herkes şarkı söyler sanar. Acıdandır cıvıldaman, oğlun Itys'e yanarsın.

Procne, zavallı Trakya'nın zavallı kraliçesi...

"Uyan garip bülbülüm, uyan.
Çöz tanrısal dilini,
Dök yüreğindeki acıları,
Anlat o kutsal ağıtlarınla
Oğlumuz Itys'ün başına gelenleri..
Kızıl boynundan su gibi aksın
Oğlumuzun adını inleyen sesin,
Sık fundalıklardan göklere yükselsin,
Apollon, altın saçlı tanrı
Duyup bu acı yankıları,
Alsın fildişi çalgısını,
Karşılık versin sana,
Tanrı koroları kursun yukarıda,
Ve ölümsüz dudaklarından çıkan ezgiler
Karışsın sesine mutlu yüceliklerde."

5 Kas 2012

Kendine İşteş

Kendimle samimi değilim. Buna rağmen aynı yolda yürüyorum. Bunun ne kadar sıkıcı, stresli bir şey olduğunu yaşayanlarınız bilir. Aynı yolda 5 dakika yürüseniz bile, olan samimiyet boşluğunda, o 5 dakika size olur azap dolu dakikalar. Ve de geçmek, geçmek, geçmek bilmez. Samimi olmadığınız arkadaşınızla bile o kısacık 5 dakikayı aynı yolda yürüyemiyorken, bir de düşünün onunla hep beraber olduğunuzu. Uyanırken, gözlerinizi açamazken, bin bir güçlükle yatağınızda doğrulurken, en yakın su kaynağına koşarken, yüzünüzü yıkarken... Anlayın işte yaşamınız her anında, birliktesiniz. Ve o azap dolu boş dakikalar geçmiyor da geçmiyor. Anlatılacak, konuşulacak, tartışacak hiç bir şey yok.Hemen ilk köşeden dönüp aslında nereye çıktığını bilmediğiniz o bilinmez sokağa dönebilirsiniz ve kurtulabilirsiniz ya o azaptan, ben de olmuyor işte o azizim. Şansınız varsa o sokak çıkmaz değildir, eğer yoksa sadece kaybedeceğiniz o çıkmazın sonuna kadar harcadığınız enerjinizdir. Zaten o giden enerji artık sizin olmaz ve belki de hiç sizin olmamıştır.

Benim kendimden kaçabileceğim bir "köprüden önce son çıkış" bile yok. İlk çıkışın çıkmaz olmasına bile razıyken. Olsun aldırmayın bana. Boş verin, sallamayın. Ne gerek var?! Benim dediğim yanlıştır, duam eksiktir, bedduam da bumerang etkilidir. Arkanızdan söylerim; ama bana gelir.
Yazarım ki buraya, sözüm uçsun da yazım kalsın. Arkamda kanıt kalsın.

İnandırıcı olamadım değil mi?!
"Kendimle samimi değilim" dedim ya, sanırım başkalarıyla hiç değilim..

4 Kas 2012

Bunun Adı Pe--nal-- tı!

Şimdi sigaramı içerken, bir gözümü kısıyorum..
Biradan bi yudum alırken, serçe parmağımı kıvırıyorum..
Şarap içerken ise o serçe parmağımı kadehin altında gezdiriyorum..
Banyo yaparken, boyum uzun mecbur, dizlerimi kırıyorum..
Sigara içerken bir gözümü kısıyorum..
Sarhoş olurken, gülmekten kendimi alamıyorum..
Ayılırken, kovalardan başımı çıkaramıyorum..
Çocuk severken, artık doğru dürüst tutabiliyorum..
Köpeğimi severken, gitme kal diyerek ölüme çare aramak konusunda sonuçsuz çabaya giriyorum..
Kendimi severken, aslında kendimi sevmiyorum..
Sigara içerken bir gözümü kısıyorum..
İzmir'de gezerken, telefonda rehbere uzun uzun bakıp arasam mı diyorum..
Eskişehir'de gezerken, şimdi bu sokak "beni anlamıyorsun sokağı" mı diyorum..
Ankara'da gezerken, grilere boğdun beni şehir diyorum..
İstanbul'da gezerken, "pardon, bi saniye, lütfen, geçebilir miyim?" diyorum..
Balıkesir'de gezerken, içimden "merhaba" diyorum..
Sigara içerken bir gözümü kısıyorum..
Severken, öldürüyorum..
Döverken, seviyorum..
İçerken, gülüyorum..
Susarken, sessiz olmama kızıyorum..
Konuşurken, geveze olmuyor oluşuma içerleniyorum..
Severken, harcanıyorum..
Dövülürken, seviliyorum..
Sigara içerken bir gözümü kısıyorum..

Büyük bir gayretle girdiğim ceza sahasında tam topa vuracakken,
düşürülüyorum..
Bir gözümü kısıyorsam, bil ki
sigara içiyorum..



Tıkırdama..

Tren camına başımı yaslamıştım. Tıkı tıkı tıkı tıkı diye vuruyordu cama ağrısız başım. Uyku istesen uyutmaz, uyku istemesen uyutur bu tıkırtı. Garip bir o kadar daha garip yolculuğumda eşlik ediyordu güzel ray ikonlu cam bana. Dışarısının zifiri karanlığı bu her şeyi içinde gösteren şeffaf nesneyi bir aynaya çevirmişti. O zaman gördüm yüzümün ne kadar çirkin olduğunu. Karanlıkta kalsın istedim yolculuk boyunca; ama çok uzaktaki bir ışık camın üzerinde gerisin geriye çok hızlı bir depar atıp yetişti bana. Camda yansıyan gözüme değdi ve ürperdim. Üzerime gelecek herhangi bir ışığa tahammülüm yoktu o gece ve hala yansıyan ışığa müsamaha gösteremem o geceden beri her gece...

Tıkı tıkı tıkı tıkı tıkı..

En iyisi cama bakmamalı...

30 Eyl 2012

cereyan

pencerede soğukluk,
pencerede bir tane,
kar var pencerede oysa ki insanlık eylül ayı içinde..
"pencereden kar geliyor" türküsü eşliğinde...
içime işliyor amansız soğuk.

içimde var bir tane,
içimde kar var oysa içim,
katır tırnaklı bir kadının üzüm kazanının içinde..
eziliyorum, eylül insanı.

ben buğulanmış bir cama yaslanmışken düşünüp
bir devin hayalini
-onun gibi- dev bir çayırlığa uzanmak kurdum bencileyin.
kararını verip öyküsünü yazmalı,
fasulyeden ülkesinin yolunu ona gösterip
çayırı amansız soğuğa bırakmalı
diye düşünüp sencileyin.

velhasım kelam..
pencereyi açık unuttuğun yetmeyip,
soğukta açıkta kalırsa kıçın,
böyle de görürsün olmadık şeyleri.
o da uyanınca ağrıtır başın.

Şaklaban

Gecenin köründe radyonun yüksek sesine uyandı. Radyoyu açık unutarak uyumuştu besbelli. Yer lambası odanın tavanını aydınlatmış ve lambanın üstünde bol sigara dumanı, yoğun bulutlu bir gündeki gibi tabaka oluşturmuştu. Radyoyu tamamen kapattı ve havasız odasına oksijen sağlamak için odanın penceresini açtı. Aynı hassasiyeti ciğerleri için göstermedi ve masadaki son sigarayı da pencerenin kenarına oturarak ateşe saldı.

Sigarasını ağzında odayı dolaşmaya başladı. Odada ilk dikkatini çeken mantar pano oldu. Panonun her yeri fotoğrafla doluydu. Nerdeyse ülkenin her bir yerini gezip fotoğraflarını çekmişti odanın sahibi. Hep de yanında aynı adam vardı. Sevgilisdir diye düşündü ve bu pek de kendisini hoşnut etmeyen durum sıkkın haline bir sıkkınlık daha kattı. Bu dar, küçük ve basık odada daha da duramadı ve kendini koridora attı. Küçüklüğünden beri korkardı ince uzun koridorlardan. Duvarların birbirine bu denli yakın oluşu onda klastrofobik çalkantılar yaratırdı. Koridoru yarılamışken yanından geçtiği çerçevenin içinden çıkan bir el gördü. Korkuyla panikleyip ağzındaki sigarayı yere düşürdü. Aceleyle sigarayı yerden alıp başını yukarı kaldırmasıyla çerçevenin normal olarak durduğunu gördü. Anlaşılan koridor korkusunun bir oyunuydu bu. Çerçevenin içindeki eski fotoğraftaki dede oldukça masum olarak duruyordu "İstanbul Hatırası"nın önünde. Odalardan birinin yanından geçerken içeride uyuyan birinin olduğunu fark etti. Fakat rahatsızlık vermemek için kapıya dokunmadı bile. Teğet geçerek kapının yanından kendini salona attı. Kapıyı da ardından kapattı.

Hiç bir şeyi kurcalayacak cesareti yoktu. Bu bilmediği evde kendisini biraz da gerçekten soyutlayacak şeyler görmek istemiyordu. Kendini salonun soğuk çekyatına bıraktı. Bin yıldır uyuyamıyormuş gibi uykusuzdu. Ne kadar uyusa geçmeyecek gibi. Sabah çabuk olsun ve bu evden gidebilsin diye hemen uyku moduna geçti. Daha sayılacak iki koyun bulamadan uykuya daldı.

Öğlen olmuştu ki dış kapının çarpılmasıyla uyandı. Bu saate kadar uyumaması gerektiği için kendine kızdı ve hemen yattığı odaya koştu. Kot pantolonunu ve gömleğini giyerken kapıyı çarpıp çıkan kişiyi merak etti. Bu evin sahibi miydi, yoksa o da onun gibi meçhul bir evin, meçhul bir odasında uyanmıştı. Çantasını sırtına alıp koridora çıktı hızlıca. Odanın yanından geçerken kapısının açık olduğunu fark etti. Girip girmeme kararı arasındayken birden kendini odanın içinde buldu. Karmakarışık ve düzensizdi her şey. Yatağın nevresimi duvar kenarı tarafından çıkmış, yarısına kadar sıyrılmıştı. Duvarlarda garip sanatsal posterler vardı. Anlam veremediği her şey sanki toplanıp bu odaya doluşmuştu. Odanın evin sahibine mi yoksa başka bir tanımsız misafire ait olduğunu anlayamadı. Tam odadan çıkacakken masanın üstünde duran bilete benzer kağıt parçaları dikkatini çekti. Yakından baktığında bunların ortalarından bölünmüş tiyatro biletleri olduğunu fark etti. Ve bu çiftlerden 20'ye yakın vardı. Bu kadar çok olmasına anlam veremedi ve bütün anlaşılmazlığın içinde odadan çıktı ve dış kapıya yöneldi.

15-20 çift ayakkabıdan kendisinin olanı şıp diye bulup ayağına geçirdi. Evden çıkarken elini gayrı ihtiyari anahtarı aramak için ceketinin cebine soktu. Cebinde anahtar yoktu, fakat bir kağıt parçası vardı.
Kağıdı çıkarıp katlarını yavaş yavaş açtı.
Kağıtta bir adres ve bir de telefon numarası vardı.

29 Eyl 2012

Bilet Satıcısı

Yatağında uzanmış, gözlerinin açılmasını bekliyordu. Oysa ki göz kapakları baskılara direnip, uykuya geçme amacının başarıyla tekrarlanmasını sağlamak amacıyla birbirlerine iki sevgili gibi sarılmışlar açılmıyorlardı. Mutfaktan ona yönelen bir sesi işitti. Çocuksu bir koyverişle gülümsedi ve gözleriyle yaptığı mücadeleye geri döndü.. Mutfakta kendisine peynirli, domatesli tost yapan annesinin oğlunun kahvaltıya geç gelmesinden hoşlanmayacağını düşünerek gözleri kapalı bir biçimde iki dirseği üzerinde doğruldu. Nefes aldı, attı içine açık pencerenin ciğerlerine ısmarladığı taze ilkbahar kokusunu. "Güzel bir gün olacak; ama hızlı olursam." diye düşündü ve göz kapaklarını son bir çabayla birbirlerinden ayırdı. Uzuvlarını kişileştirme oyunu oynardı kendi kendine kaldığı zamanlarda, bu yüzden her güne gülümseyerek başlayabiliyordu. Bu güzel ilkbahar sabahının oyuncuları ise göz kapaklarıydı.

Göz kapakları gülümsetti belki; ama mutfakta onu bekleyen şeyin gülümseteceği mutlak değildi. Yarım saattir mutfakta onu bekleyen annesi oldukça kızgın olmalıydı. Mahmur bedenini bu sebeple aceleyle banyoya sürükledi. Lavaboda mini bir havuz varmışçasına, terlemiş yüzünü musluğun altına soktu. Mavi bantlı musluğu açarak soğuk suyu yüzüne ve saçlarına boca etti. Artist bir şekilde kafasını aldırıp, aynaya baktığında olduğundan daha seksi gösteren aynası, bu kez dilenci veya köy delisi gibi gösteriyordu. Böyle çıkamam dedi hışmını suyu boşa akıttığını fark ettiği musluktan çıkardı. Bazen, kendi kendine ve evle baş başa kaldığı zamanlarda, eşyaları kişileştirme oyunu oynardı. Bu kişi sevmediği bir insan veya kendi yenemediği egosu olurdu. Bu güzel ilkbahar sabahının taze düşmanı ise kendine bile hayrı olmayan küçük mavi musluktu.

Musluğa vurdu; fakat musluk sapasağlam duruyordu. Bu durumda zarar gören ise sağ eli oldu. Sağ el tarak kemiğinde ağrı hissetti. Ağrıyı kesmesi için annesini çağırmaya karar verdi. Banyo kapısını sadece kafasının geçebileceği kadar bir mesafeye kadar açıp "anneeea" diye bağırdı. Çağrılarına karşılık alamayınca banyodan çıkıp mutfağa doğru yöneldi. Mutfağın kapısını açtığında kıllı, sakallı iki adam gördü masada oturan. İçlerinden biri çocuğun şaşırmış ifadesine aldırmayarak, umursamaz bir şekilde yanına çağırdı. Kahvaltıda ise ne annesi, ne de peynirli-domatesli tostu vardı. Yarı-demlenmiş çayı bile masada yoktu. Onun yerine üç sallamanın sallatıldığı süzme çaylar vardı. Çağrıya uyarak yavaşça yürüyerek sandalyelerden birine oturdu. "Abi....şey...eee.yumurta kırayım mı?. yer misin?" dedi genç olanı. Başını onaylar şekilde aşağı-yukarı salladı. Fakat hala durumu anlamaya çalışıyordu. İki tanımadığı insanın kendi evinde ne işi olabilirdi. Sorgulayacak zamanı olmadığı için kahvaltısını hızlı bir şekilde yapıp, gitmeyi düşündü. Süzülüp demlenmiş olan çayına iki şeker atarak başladı kahvaltısına. Çayın içinde eriyip giden şekerlere baktı uzun uzun. Karıştırmadan, erimelerini hızlandırmaya çalışmadan onları izledi. Bazı zamanlarda, hiç olmayacak nesnelerle telepati kurmak oyunları oynardı. Bu yüzden en can alıcı zamanlarda bile dalıp giderdi kimseye aldırmadan. Bu güzel ilkbahar sabahının telepatik nesneleri ise iki küçük kesme şekerdi.

Dalıp gittiği fark edildi elbet. Fakat uyarılar sonucu kendine geldi ve kahvaltısına devam etti. Bütün bu anlamsızlığın içerisinde hiç bir şey olmamış gibi kahvaltısını bitirip çantasını alıp dışarı çıktı. Doğruca evine yakın olan üniversitesinin kampüsüne doğru yol aldı. Kapıdaki güvenliğe öğrenci kimliği gösterip içeri girdi. Tiyatro oyununun oynanacağı sahnenin önüne gelip, standda beraber akşama kadar bilet satacağı arkadaşını bekler oldu. Onu beklerken de bilet koçanları düzenlemeye karar verdi. Daha iki koçanı düzeltip sarmamışken, arkadaşı yanında belirdi. Beraber salona girip stand masasını getirdiler. İki ağacın arasına da katlanmış bir biçimde duran oyunun adının yazdığı brandayı gerdiler. Haftasonu olduğundan kampüste az öğrencinin olması canlarını sıkmıştı. Oyuna az sürenin kalmasından dolayı gergindiler. Boş salona oynamayı kimse istemiyordu, bu yüzden ellerini çabuk tutmalıydılar. Arkadaşı şaklabanlık yaparak bilet satmaya çalışırken, o sessizce oturup koçanları masaya diziyordu. Tam koçanları yarılamışken, kendine yönelen birini fark edip başını kaldırdı. Ters ışıktan dolayı tam yüzünü seçememesine rağmen içinden bir ses tanıdık biri olduğunu söylüyordu. Uzun boylu, ince esmer kızdı. Kızın gülümseyerek verdiği selama "Merhaba" diye karşılık verdi tedirgin bir tonla. Bir iki saniye sessizce birbirlerine baktılar. Sessizliği ise kızın sözleri bozdu: "Geçen hafta oyun için bana fazladan bir bilet vermişsiniz. Oyundan sonra fark ettim. Birini geri getirdim."
"Fazladan mı?"
"Evet. Oyundan sonra sizi göremedim standda. Duran arkadaşa ise vermedim bir yanlışlık olmasın diye. Diğer kampüste olduğum için de haftaiçi getiremedim. Kütüphaneye giderken standınızı fark edince gelip geri vereyim istedim."
Şaşırmış ve bir o kadar da afallamıştı. Kız cevap alamayınca, bileti usulca masaya bırakıp kütüphaneye giden yola devam etti. Uzakta şaklabanlık yaparak bilet satmaya çalışan arkadaşı, kızı fark ederek koşa koşa standa geldi. "Hayrola, ne oldu?!" dedi panik bir halde.

Bileti alıp arkaşına gösterdi ve biletin üstündeki tarihi kastederek "Bu giden kız üç gün sonra oynacağımız oyunu izlemiş Onur." dedi.

14 Ağu 2012

Gece

dörde varmadan sardığım o tavuklu saat,
dörde geldiğinde sarsam da duruyor,
sarmasam da...

13 Ağu 2012

Pazar Dilencisi

geçen bir acıklı,
bir derin bakışlı,
bir meczup kesip önümü..
varsa sendrom istedi,
uğruna dertlenilesi..

Tasma

Koparıp attıysam eğer tasmamı, bir bildiğim vardır demek ki. Gitmek için bir amacımın olması gerekmiyor. Bu tercih benim ve bu benim en değerli kutsalım. Oysa ki, bununla mutlu olanlar var. Onlar saygı duyulması mümkün olmayan mahlukatlardır gözümde.

Akşam yemeğinde taze fasulye yedik. Sadece fasulye... Yanında pilav ya da makarna gibi bir şey yoktu. Annem yemek yerken durdu ve birdenbire boşluğa dalarak şu sözleri söyledi kendi kendine konuşur gibi :" Eskiden olsa sadece fasulyeyle yetinmezdik. Pilavsız olmazdı. Şimdi ise öylesine tek başına...

"Öylesine ve tek başına.. Evet gerçekten de eskiye dair vazgeçtiklerimizin nerdeyse hepsinin bir anlamı vardı. Onları unutup da şimdi yaptığımız şeylerin ise çoğunu "öylesine ve amaçsızca" yapıyoruz. Ve öyle yaptığımız için de hepsi "tek başına" oluyor. Yapayalnız ve üvey...

Annem artık her şeyden tek bir tane yapıyor. Teklik övgüsü her yerde olduğu gibi bizim evimizde de yerini buldu. Tek tabak, tek çanak, tek bardak... Annem hep bana "oğlum, gün içinde tek bardak kullan" diyor. Tek tabak kullan, bulaşık olmasın; tek çatal, tek kaşık... Teklikler içinde boğulmak üzereyim. Ablam çok uzaklara gittiği için bir anda küçük çocuktan, tek çocuğa dönmüştüm. Ve bunun boğucu etkileri şimdi üzerime geliyordu. Tek olmanın nesi bu kadar kötü diyebilirsiniz. Bu soruyu tek kardeşini kaybetmiş herhangi bir insanın o son vazifesinde, ona sorabilirsiniz.

Evet tek olmak yalnızlıktır. Tek kumanda, tek televizyon birlikteliktir; ama masadaki tek tabak yalnızlıktır. Nerden geldim bu konuya bilmiyorum; ama yalnızlık varsa ortada başka hiç bir şey konuşulmaz. Mesela anlamıyorum hiç, anlaşılmayan olma edebiyatı sürdürmek isteyeni. Bile bile seçmek gibi tek olmanın getirdiği kötü buhranı, oldukça anlamsız ve aptalca yaptıkları. "Elektrik Süpürgesinin çılgın atıksal hezeyanları" demiş mesela bi' tanesi. Ve bunu da o anki kendi psikolojik bunalımına transfer eylemiş.

Böyle de saçma işte bu durumlar. Yaratıcılığın acayip derecede övüldüğü dönemde yaşıyoruz. Annemiz okula gönderirken, "bol creative günler" diye gönderiyor. Peki neymiş bu trendin sebebi: "Tek olmak, eşsiz olmak, farklı olmak." Al sana bi' yalnızlık daha..

Zaten, hayatının 4'de 3'ünü, geri kalan 4'de 1'inde yan gelip yatmak için antisocial biçimde geçiren bu "postmodern insan müsvettesi"nden ne beklenir ki!

Velhasıl kelam, çok düşündüm geceleyin. Gereksiz yere, hem de. Pencerenin karanlıklığından korktum, perdeyi usulca açtım.
Boynumda bir ağırlık var. Rahatsız edercesine orada duruyor.

Sıkıldım!
Kopardım attım tasmamı. Başkalarının ucuna zincir taktığı tasmamı. Adımın üzerinde yazdığı, kaybolmak istesem, hemen birinin beni bulup eski kokuşmuş hayatıma döndüreceği tasmamı.

Bu tercih benim.
Bu benim kıymetliiiiiim..

Çıplak boyunlu olmanın vakti geldi.

6 Ağu 2012

Metin Erksan Zamanı

Burada ilk kez bir yönetmen, film tanıtımı yapacağım. Aslında bunu benim yapmamam gerek; ama çoğu insan bundan 50 sene önce böyle bir filmin bu ülkede yapıldığını bilmiyor. Bilenleri tenzih ederim; fakat Metin Erksan'ın bu filmi çekildiği dönemde yapılan filmlere benzemediği için gösterilmemiş. Çünkü bu film çekildiği zaman için "çağının çok ötesi" bir film. Bu film Müşfik Kenter'in sesine aşina olanlar için garipsenebilir; çünkü başkası seslendirmiş.

İnternette "Sevmek Zamanı" için güzel bir yazıyı alıntılamak istiyorum.

Film üzerine Doğu- Batı aşk anlayışı, varoluşsal yaklaşımlar, psikolojik yaklaşımlar olmak üzere pek çok yorum yapılmıştır ancak burada niyet, filmi ameliyat etmek değil; hissetmek zamanıdır. Günümüze yabancıdır belki bu hissiyatın tadına varmak; evinize girdiğinizde sizin resminizi dalmış şekilde izleyen bir adam, öylece oturmuş bakıyor. Kötü niyet beslediğini düşünerek irkilir insan. Eser, gerçek olmayan bir zamanda gerçekleşiyor gibi görünse de aslında izleyicisini sahte kılarak kendini gerçekleştirir. Şimdi bir an olsun Halil ve Meral’in ilk karşılaşması için filmin içine girelim. Klasik özdeşleşmede filmi yabancılaşmadan uzak ve Halil’le birlikte bir o kadar yakın bir an olsun orada olduğunuzu hissederseniz; elimi uzatsam ve Sevmek Zamanı’nın kalbine denk düşsek…
Düşünün ki bir adam sizin resminize âşık olmuş, ya da o adamsınız ve resme aylar boyunca gelip bakmışsınız. “Siz” ve “O” olmak zamanıysa bizim yaptığımız, biri sizin resminize bakıp aylarca onunla vakit geçiriyor. Oraya ilk girdiğinizde o zarif karşılaşma kadar gerçek değildir belki dünya, belki gerçek olan da o zarif karşılaşmanın ta kendisidir. Ya da Halil olarak gerçek dünyanın çelişkisini, ikiyüzlülüğünü istemiyorsunuz. Bir resme takılı kalmak değildir kasıt, aşkın değişmezliğidir. Meral olarak sizi bu durum şaşırtıyor ve o duruma âşık olmaya başlıyorsunuz. Batı’daki gibi dâhil olmak ya da dâhil olmasını arzu ediyorsunuz. Halil olan siz, dışarıdaki aşk arayışlarından çok daha tutarlı olan kendi dünyanızda yaşamak istiyorsunuz. Tüketim toplumunda bunun pek yeri olmadığı âşikar ama bir düşünsenize Halil’in istediğini; “resmin bana ilgiyle bakıyor ve hep bakacak”. Bundan daha güzel bir şey var mıdır size hep ilgiyle bakan ve bakacak olandan daha sevmek isteyebileceğiniz… Bu bir sanallık içermiyor, “belki ellerimi bırakırsın” korkusu da yaşamaktan kaçmak anlamına gelmiyor aslında… Halil bu ya ebedi aşkın, sevmenin derdine düşüyor. O karelere bakarak biz de her seyrettiğimizde hayal kırıklığına uğramıyoruz. Bir film ilk seyredişinizden sonra  tekrar izlediğinizde de defalarca hep aynı sonla biter. Biz mi gerçeğiz yoksa “Sevmek Zamanı” mı…

“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum ‘Kürk Mantolu Madonna’yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”
Raif Efendi- Kürk Mantolu Madonna/ Sabahattin Ali

Bir de Raif Efendi var, muhteşem Raif Efendi… Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sına baka kalan… Onun için Sevmek Zamanı, 1943′te başlamış. Surete âşık olma teması ile ilk akıllara gelen eserlerden birinin başkahramanı. Halil gibi bir resme bakakalan,  yıllar sonra Halil’de başka bir halini hissettiren… Halil’in resmi sevmesinden uzun yıllar sonra ise Wong Kar-Wai “Aşk Zamanı” ile gelip içinize işliyor ama Sevmek Zamanı’ndaki resme duyulan aşk, Wong Kar Wai’nin “Eros” alı filmdeki dokumasında tekrar akla düşüyor. “Eros”ta, sevdiği kadına dokunamayan bir terzi, diktiği elbiseyle bağ kuruyor onunla; Halil’den farklı olarak “oymuş gibi” ve Halil’e benzer olarak dış dünyaya uyumlanmaktan çekinmeyi hissettiriyor. Wong Kar-Wai her filmini şiirsel bir dille aktardığı için terziliği de şairane oluyor. Dokunma isteği, bir sahneyle ona dokunmadan gerçekleşiyor.
İstanbul’a, “Tûtî-i mu’cize-gûyem”e, yağmurun iki insanın arasına yağmasına, ayakkabıyı çıkarıp karda çamurda yürümeye bakakalmaktır sevmenin zamanı. İzlediğinizde bazen sadece replikleri duyarsınız, bazen de görüntüleri… Kimi zaman sesini kısıp görüntüleri akar boşlukta… O an bu satırları kaleme alan kişi için filmin her karesine, Batı’nın aşkı adına Songs: Ohio’nun “The Lioness” albümü, doğunun aşkı içinse Tanburi Cemil Bey eşlik edebilir. Sevmek Zamanı ise ışıkları kapatıp dalıp öylece izlemek için başucunuzda durur. Sevmenin zamanına âşık olana dostça ve iyilikle bakar ve ebediyen bakacaktır.

Rus Dansı

Hayatımın fon müziklerini değerlendireceğim biraz. Gün boyu ıslıkla kendime arkadaşlık ettirdiğim enstrümentalleri. 1 haftadır fon müziğim aynı. Hiç değişmedi nerdeyse. Çenemle ve ayaklarımla ritmini tuttum. Biraz da müziğine şarkı sözü yazdım. Akşam yazdığımı sabahına, sabah yazdığımı ise öğlenine ve öğlen yazdığımı ise akşamına unuttum. Demek ki, yine, güzel yazamamışım. :)

Tom Waits- Russian Dance

http://www.youtube.com/watch?v=ypH_fNDdKio


4 Ağu 2012

Kroşe

Şehir merkezi-centrum'dan ibaret değildi hayatımız. Hepimizin bir kıyısı, bir köşesi, bir varoşu vardı. İçindeki hayatımız fotoğrafçıya poz veren sümüklü varoş çocuğu kadar değerliydi. Bu değerden memnunduk. Vazgeçmek bu memnuniyetten kendimize yapacağımız büyük bir haksızlık olurdu. Gecenin köründe dinlediğimiz, bizi hüzünlendiren ama sabahında o etkiyi göstermeyen bir şarkıydı hayatımız. Gibi bağlaçlarıyla kurulmuş benzetme sanatlarına mütemadiyen bağlıydı. 

Defterine yazdığı bu son cümleler bir şey anlatıyor muydu bilmiyorum. Edebi cümlelerden kaçınır bilirdik onu, ki yaptığında da pek bi' beğenmezdik yaptığı şeyi. O da beğenmiyordu ki cümleleri kısa, kelimeleri azdı. Bir diğer sayfada ise şunları yazmıştı.


Kendi "y"mi kaybetmesem de, ben de yazabilmeliyim kısa ve etkili şiirler. Bir maniden kalitece bir iki satır yazamıyorum. Benim ruh halim yumruktan kaçınıp, aslında yumruğa koşmakmış. Yüzümde yediğim anda yapamadığım her şeyi yüzümde buluyorum. Gördüğüm her yerde akıp gidiyor. Kaçmadan durduğumda ise bu sefer en diplerimde acı hissediyorum. Bu ise yiyeceğim herhangi bir yumruktan daha uzun ve acılı bir süreç doğuruyor. Bu yüzden "y"mi kaybetmesem de en azından bi' tane "a"yı kaybetmeliyim. Belki o zaman bir şeyler yazabilirim.

Sonuna doğru gittiğinde o "a"yı bile kaybedemediğini anlamış olacak ki, suni yollardan yaptı bu ayrılış hikayesini. Kendiliğinde gitmeyeni tankla, tüfekle, ağır sanayii hamleleriyle kendisinden uzaklaştırdı. İstediği şeyi yapamadığını, yaptığı şeylerde olmayışlarından anlıyoruz.

O tramvayın kalktığı semtin merkezinin iki sokak arkasında bir salıncak vardır apartmanların arasında. Kopacağını düşünüp zincirlerinin korkar bi' çocuk. Başında bekler, sallananları izler. Saçlarının sallanışını görür sallanan bir kızın. Sadece ona dalar, ona bakar. Saatlerce bakar, saatlerce...

3 Ağu 2012

Kumuru

Bir dostum vardı, adı Kumuru. Saçma bir ismi olabilir; fakat oldukça sakin ve bilge bir şahsiyetti. Beni sıkıntıya sokan bir şey gördü mü, çaktırmadan hemen kulağıma fısıldar ve beni orada kurtarırdı. Doğum günlerim için, her sene bir ay öncesinden 30'dan geriye sayardı. O uyanmadan okula giderdim. Kıyamazdım uykusuna. Bana daha küçücükken hiç bir şeye kıyamamayı öğretti bu şekilde. Evet, sabah onsuz giderdim; ama bilirdim ki okul çıkışı hep o çeşmenin önündeydi. Bir dostum vardı benim, evet benimdi. Adı ise çok saçmaydı.

Evden çıktım yine bir gün, her zamanki gibi. Sabahın afif alacasında yola düştüm. Çok fazla uzun değildi yol; fakat o zaman her nedense uzun gelirdi. Hafif yağmur çiselemesinde her zaman ki gibi şemsiyesizdim. Hızla yanımdaki su birikintisine girip de boydan aşağı beni sulatan arabalara karşı hiç marifetini görmedim keratanın. Böyle afilli cümleler kurduğuma bakmayın, o yaşta asla böyle cümleler kuran "büyümüş de küçülmüş"lerden değildim. Ki bizim kuşak öyle konuşamazdı. 'Koridor'a, belli bir yaşa kadar 'keridor" derdik canım, ne afilli konuşması! İşte çisildeyen yağmurda çıkardım yola çoğu kez. O şapkalı koybayın yanından uzanarak geçerdim. Adımlar küçüktü; ama amaç büyüktü. Geç kalmamak lazımdı, içtimaya kalırdın yoksa.

Önce uyanamamış bir kaç trafik polisi, sonra sinirinden köpürmüş bir taksi şoförü... O da bitmezdi sonra bi' de sabahın köründe yürüyüşe çıkan teyzeler. Biri bana şeker uzatmıştı bi' kere, acayip topuklayıp kaçmıştım arkama bakmadan. Tabi şimdi size saçma gelebilir; ama çocukları kaçırırlardı o günlerde. Benden istenen ise "tanımadığından bir şey alma ve sakın yeme!" erdemi. Trafik polisi mahmurdu. Gözlerinin altı şişmişti. Bana geç diyordu karşıya. Esneye esneye uykumu getirdi. Tam geçerken bi' taksi şöförünün ani freniyle irkildim. Trafik polisi benden özür dilemedi yine de. Malum polis amca hiç kendini ezdirir mi?! Olaylara karışmadan geçip giderdim ben de, bu durumlarda kalınca.

Okuluma varırdım bi' yarım vakit içinde. Erken gidersem üzülür, geç gidersem eğer ondan daha da üzülürdüm. Tam vakti olmalıydı bu işin. Ama yoktu: ya erken gelendim, ya da geç giden. Araları o zamandan beri tutturamadım. Neyse, ağlamaya gerek yok. Bazı şeyler vardır ki ne kadar çalışsan da olmuyor. Bu sefer erken geldim diye düşündüm. Zira kimsecikler yoktu. Çeşmenin başına gittim ve iki gün sonraki doğum günümü düşündüm. Mayısın üçüncü pazartesisiydi bu sefer. Her sene bir gün geriye giderdi, dört yılda bir ise iki gün. Hediyeyi ise hiç düşünmedim. Doğum günümü ben hatırlatmasam hatırlamayacak olan bir babam ve babam hatırlatmasa hatırlatmayacak bir annem vardı. İkisi birden hatırlamazsa eğer, ablam hiç farkında bile olmazdı. Çocuk psikolojimde derin bir yara bıraktı mı ki? Hiç sanmıyorum. Hiç sanmıyorum, çünkü bunu hiç hissetmedim. Ben hissetmediğim bir şeye de inanmam. Gözlerimle görsem bile inanmam. Gözlerimle görsem bile, anlasam bile onun "patlıcan kebabı" olduğunu, yine de hissetmezsem inanmam. Psikolojime bu yüzden patlıcan kadar önem vermiyorum. Vermiyordum da.

O gün size şu an anlatmak istemediğim kadar bi' monotonluk vardı. Monotonluk anlatılacak bi' şey değil zaten. Neyini anlatabilirim ki?! O yüzden günümün o bölümünü es geçip, en yalnız olduğum anları, yani kafamı doldurarak düşüncelerimden uzaklaştıran okul ve sınıf ortamını anlatmayacağım. Biliyorum, rutini anlatmaktır senin derdin neden vazgeçtin diyeceksiniz. Belki de demezsiniz. Umrumda da değil. Ben yalnızdım ve o ben asla ben değildim. Parmaklarımla bütün gün iki yaptım öylece. İki parmak yalnız değildi görüntüde ve ben de yalnızlıktan kurtulmak istedim. Olmadı.

İşte o malum çıkış geldiğinde ben, o en hızlı 100 metreye çıkan atlet kadar hızlı çıktım sınıftan. Arkama hiç bakmadan. Yalnızlığın bitiş düdüğüydü o çalan zil. Ordakilerden hiç biri arkadaşım olamazdı ki benim. Ben gerçek olanla her gün orada buluşurdum. Evet, şimdi hikayeyi anlattığım yerde. Bu çeşmenin önünde. Koşarak gittiğim çeşmeden parmaklarını "iki" yapmış olarak bekliyor olmalıydı. Çoktan gelmiştir ve bekliyordur öyle. Gerçekten ölçtüm daha sonra, o çeşme 100 metre kadarmış. Arkama bakmadan koşarak gittiğim çeşmeye dünya rekoru derecesini kutlar bir edayla girdim, kırmışımdır eminim. Zafer kutlamasında bayraksız kalan atlet gibi kala kaldım çeşmenin yanına vardığım vakit. Yoktu!

Olmamak bu demek, olmak ise bu. Kalakalmak bu demek, gidememek peşinden bu. 
Afilli cümlelere düşman olmak demek. Bir günde kaybetmek çocukluğunu, bir günde kaybetmek demek.

Saçma olan adını ben koydum. Komik olan yüzünü ben çizdim.
Anlamsızca gülümsemesini ben tasarladım. Hüznümü silen anlayışını...



Kurtardığını düşündüm hep beni, kurtaracağını.
İstedim hep benimle kalmasını.



Çekip gitmesini isteyen ise sizdiniz.




17 Tem 2012

Uyandım...

uyandım..
uyandım ilk iş, nefes alıp almadığına baktım.
dış sesim ağır bir kalp atma efekti,
içim durmaya yakın afallayan bir yelkovan...

uyandım..
uyandım ve ilk iş,
nefes alamayışını düşünmekten utandım.
efektimi ağzımla yapıp,
utançtan kızarmış yüzümü ıslak bezlerle sarmaladım.

uyandım..
uyandım ve de ilk iş,
çalmadan kapını, odana uçan tekmeyle daldım.
korktum kırılan kapı sesiyle uyanmamış oluşuna,
ceketimi atıp üstüne atladım.

baktım,
kokladım,
dokundum,
sokuldum,
sığındım,
ağladım, çırpındım, dövündüm!!

gitmişsin uğurlayamadım...

24 May 2012

sanmıyorum onun beni özlediğini, hep tek taraflık oldu bu aşk.. o ışığın altını boyamak ve de o tahtadan zemine basmak.. özlediğimdir, geri döndüğümde göreceğim..

21 Şub 2012

çöpüydü çayımın bardakta,
sebeb-i sıkıntımın bugün..
ben, ben olduğumu bildim mi ki
sana yazma diyorum,
öyle böyle..

sen ise söyledin mi ki,
yazamıyorum, siliyorum
söyleyemediklerimi
şiirle anlatıyorum
diye...

zaman gelir,
belki bir şey olur..

olur ya

bir sebep yaratırım belki de
tam maviye boyanmadan
kubbe..

bir sabah vakti
soğukta sıcacık
iki çay bardağını
karıştırırız mesela..
o gümbür gümbür esti ya
karşıdan poyraz,
felç değil uyuştu yüzüm..
senin yönün lodos
ki anlamazsın..

5 Şub 2012

adım

adımı sevmezdim o günlerde
sıraya herkes yazardı, ben utanırdım.
ileriye bakıp bakıp,
hayal edersin büyüdüğünü,
daha düşün evresinden çıkıp derdim:
hep böyle kalsam,
1 metre ve tek haneli yaşlarda..
nasıl yaşanır o 20'ler,30'lar?!!
Adımdan baba olmaz ki ya dede..
dedelere geldim zannederdim o günlerde..
başka bi isimdi hayalim,
adımın önüne hep başka isimler çizerdim..
Uzun ve güzel..
güzeldi yani o günler..
1 metrelik cetvel yeterdi yani
tek haneli yaşlarda yeterdi..
10ları yaşamadan az öncelerdi..
10larımı paylaştım,
önerdim bende olan iki can'dan birini vermeyi..
o günler geçti sonra,
bitti sınav kağıdına isim yazmalar.
bir optik formdu hayat,
kodlayarak öğrendik inceliklerini..

çocukken korkardım 20lerimin ortasında olmayı..
utanırdım ismimden
hep çocuk kalırım diye..
korkardım.

oysa şimdi 20'lerimin ortasında
küçük dünya ben kocaman..
utanırdım ya ismimden..
70'lerimi düşünüp,
utanıyorum hala..

27 Oca 2012

ağacın altına koşardı küçük kız
kolunda ondan da küçük kardeşi..
sığınırdı ağacın altına..
bakardık,
bakardık..
yazılar çıkardı aşağıdan.
bakardık..
selam çakardık leo'ya.

Ne..

Ne! Nee, ne diyorsun?... Güldüm mü ben?.. Oldu mu bu, gerçekten?!!..
Ama ben, ben penceresinin yarısı kaldırımdan yukarıda olan bir evde yaşıyorum. Olur mu ki bu!
Güneş bile gelmiyor ki buraya ama.. Gelmiyor. Sadece pencereye tüneyen köpeklerin, kedilerin yüzlerini görüyorum ben. Sokak hayvanlarını yani.. Onları görüyorum sadece. Yemek istiyorlar ki onlar, bir kap yemek. Belki de sıcak olan herhangi bir şey.. Saksılardan göremiyorlar ama içeriyi.
Saksılarım var benim, hem de ohoooooo bir sürrü.. Böyle dizi verdim camın kenarına onları.. Apartmanların arasından anca gıdım gıdım yetişen güneşi de onlar alıyor pencerenin ucundan. Kar mı yağıyor bilmiyorum ki.. Kardelen de yetiştirmiyorum oysa.
Fesleğenim var iki saksı.. Yaa, unuttular mı kokmayı, hemen dokunup sallıyorum. Kendine geliyor, sarıyor her yeri mis gibi bir koku.... Çoook güzel, insanı mutlu ediyor vallahi.
Güldüğümü söyledin bana.. Evet gülerim ben her fesleğen vakti. Şekspir'den bir sone okurum sonra.. Oynarım eskisi gibi.. Bir de laf arasında anlatmak gerek. İki fesleğen vakti olur evimde, 15 dakika aralı. Boş salona, iki seans oynamalı..
Sessiz olur bütün ev ahalisi, böcüğünden solucanına... Özel locadan izler kediler, köpekler. Bazen de deliler olur müdavimler.
En uzun repliğimi atarım. Klasik komedya olur, tepki gösterirler.
Ama gelirse o araya fesleğen vakti,
işte görürsün güldürür beni en ağır trajediler..
Bu yüzden gülerim sadece o zamanlar. Gülerek gitmek ister insan..
Geldi mi acaba o zaman?!..