Yazılar

7 Eyl 2013

Spontane yazıyorum bir kaç kelime. Hepi topu bir cümle ediyor, şayet uyuyorsa yazım kurallarına..
Paragraf olabilecek kadar anlamlı ve bütünlüklü gelmiyor bazen yaşadığım bu kafa. Aralarına bağlaştırıcı kelimeler serpiştirsem de olamıyor bazen, aklımdan geçtiği gibi bu yazdığım şeyler. Üçüncü kişi bakışı eksik, çok çok eksik. Eksik ki bundandır gizli öznesi 'ben' olan cümleler kuruyorum. Kurdum, bi' daha olsun yine kurarım. Pişman olamıyorum, eski pişmanlıklarıma yazın.

Daha yeni, spontane sevdim birini.. Spontane sevebildiğimi öğrendim mesela, bu yaşımda.. Düşünsene trenlere binemiyorum artık. Binince, hele de kafam arkaya yaslanıp bavulların konduğu rafa ve yahut tavana dalınca, aklıma geliveriyor. Aniden ve hiç gitmezmiş gibice. Gitmiyor da zaten. Gitmesini istemediğin ölçüde gitmez der ya herkes. Demiş kabul ettim ben şimdi. İşte bu yüzden binemiyorum trenlere. Buna ben de inanamıyorum açıkçası. Biniyorum çünkü. Yüzünü görebilmek için tozlu, pis tren tavanında. Bindim, ve bi' daha oldu, yine bindim. Binerim..

Kaygı verici ve elzem bir şekilde, tutuldum ben spontane her şeye.. Kaygılandığımı fark ettiğimde başladı tabi ki önce. Hem yakın, hem de uzak olabiliyormuş bazı şeyler. Uzanmanın yetmediği durumlarda red etmek ne güzel planlı ve ilmek ilmek dokunmuş şeyleri.

Gecenin köründe, bunları çatırdata çatırdata yazarken klavyede, spontane bi şekilde geldi yine aklıma:

"Öpücükler, öpücükler.
Ler, ler, ler..."

" (...)
   bir de ben bir de bir saman sarısı, belası başımın."

22 Tem 2013

8 Haz 2013

Mesele Doğum Günü Değil Arkadaş

" Bir kadın herhangi bir şekilde hoşuma gidince ilk yaptığım iş ondan kaçmak olurdu. Karşı karşıya geldiğim zaman her hareketimin, her bakışımın sırrımı meydana vuracağından korkar, tarif edilmesi imkansız, âdeta boğucu bir utanma ile dünyanın en zavallı bir insanı haline gelirdim. Hayatımda hiçbir kadının, hatta annemin bile gözlerine dikkatle baktığımı hatırlamıyorum. Son zamanlarda, bilhassa İstanbul'da bulunduğum müddet zarfında, bu manasız hicapla mücadeleye niyet etmiş, arkadaşlar vasıtasıyle tanıştığım bazı genç kızlara serbest olmıya çalışmıştım. Fakat onlardan ufak bir alaka gördüğüm anda bütün niyet ve kararlarım uçup gidiyordu. Hiçbir zaman masum bir insan değildim: Yalnız kaldığım zamanlar, kafamda canlanan bu kadınlarla, en usta aşıkların bile aklına gelmiyecek sahneler yaşar, sıcak ve zonklıyan dudakların sarhoş eden tazyikini ağzımda, hakikatte olabileceğinden birkaç kat daha kuvvetli olarak duyardım.
   Fakat sergide gördüğüm bu kürk mantolu resim, ona hayalen dokunmama imkan vermiyecek derecede beni sarmıştı. Onunla bir aşk sahnesi tasavvur etmek değil, karşı karşıya iki dost gibi oturmayı düşünmek bile elimden gelmiyordu. Buna mukabil, gidip o tabloyu seyretmek, bana bakmadığına emin olduğum o gözlere saatlerce dalmak arzusu gitgide artmakta idi. Paltomu sırtıma geçirerek tekrar serginin yolunu tuttum; ve bu hal, günlerce devam etti."

Sabahattin Ali- Kürk Mantolu Madonna (Sayfa: 73-74)


    1980'ler, henüz biz daha farkına varamadığımız kadar küçük olduğumuz vakitte, son demlerini yaşıyormuş. Yemyeşil zeytin ve çam ağaçlarıyla kaplı 3-4 haneli küçük bir istasyon mahallesinde, kendi halinde küçük bir istasyon memuru olarak çalışıyormuş babam. Ankara-İzmir tren yolunun, Ege'yle buluştuğu, yeşilin daha yeşil, güneşin daha sıcak, daha sarı olduğu bir yerdeymiş bu küçük yerleşke. Durmazmış çoğu geçen tren; fakat her gün dört tren geçiyorsa, sadece biri durur ve o treni de genç bir hareket memuru olan babam durdururmuş.
Belki de nice geçen bu yoldan, hafif uzunca boylu, zayıf bıyıklı bu adama dikkat kesilmiş dalıp gitmiştir.
   Küçük, halinde bir aile olarak, istasyonun bitişiğinde iki katlı evlerinde yaşarlarmış annem, babam ve ablam. 9 aylık hamile olan annem, daha önce düşen üç çocuğundan dolayı, hala tedirginmiş güvercin gibi. Lakin, gel zaman, git zaman, geçmiş bi' güzel zaman ve yüzyılın en nemli ayında, bir haziran sabahı dünyaya gelmişim.
   Size, elbette, nasıl doğmuşum, neler olmuş anlatmayacağım. Doğduğum dünya nasıl bir yermiş. Neler yaşanmış, bugüne kadar bunlardan bahsedeceğim. Küçük ailem ne badireler atlatmış, ne haksızlar görmüş, ne kadar itilmiş kendi küçük dünyasında yaşıyorken oysa.. Bunlardan bahsedeceğim.


 Doğduğum vakit bir adam varmış ülkemizin başında. Ben son zamanlarını hatırlıyorum. En çok da öldüğü günü. Öldüğü gün ne kadar çok ağladığımı. "Tonton dede"miz için akan gözyaşlarımı. Nitekim, büyüyüp de neo-liberalizmi, serbest ekonomiyi öğrendiğim vakit pişman oldum o akan yaşlara; fakat elden ne gelir ki!
 
Doğduğum günün gazetelerine bakmıştım üniversite kütüphanesine gittiğim ilk gün. Genellikle, insanlar vandallık yapıp, kendi doğum gününün olduğu sayfayı kendine saklamayı kendine hak gördüğü için, sayfalar yırtık olur. Benim günüm de yırtıktı. Doğduğum günün iki tane önemli haberi var. Bir tanesi babamı, belki de benim doğumumdan daha mutlu eden olay, Galatasaray'ın 14 yıl aradan sonra lig şampiyonu olması. Evet, abartmıyorum, belki de ona o gün daha çok sevinmiştir. Annemi hasta odasında yeni doğmuş olan benle bırakıp, maçı izlemeye gitmesi başka türlü açıklanamaz. İkinci önemli olan olay ise Turgut Özal'ın zaferle ayrıldığı yerel seçimler. Evet, biz Turgut Özal'ın yarattığı nesildik. Serbest ekonomik düzene, sere serpe itilerek geldik.
 
"Tonton Dede"miz, başa geçtiği 1983'ten 1987'ye kadar, askerlerin de yol göstermesiyle ülkeyi dış dünyaya, yani sermaye açmış. Bu zaman zarfında, ülke yeni yeni icatlarla tanışmış ve halk kendini zenginleşiyormuş gibi hissetmeye başlamış. Nitekim de bu hissiyat 90'lara kadar sürmüş gitmiş. Vakti geldiğinde ise kendisini Çankaya'ya uygun görmüş ve görevini başka bir arkadaşa bırakıp köşke çıkmış.
Benim ise bu süreçte hatırladığım ilk anım, Galatasaray-Neuchatel maçı. 5-0 Galatasaray'ın kazandığı maç. 2 yaşımı bile dolduramama rağmen, hatırlıyorum evet Tanju'nun "doksana" taktığı golü.

90'ların başına geldiğimizde ise, ülke enflasyonla tanışmış. Annecim ve babacım da etkilenmiş bu süreçten; ve geçim sıkıntısı çeker olmuşlar Akhisar'daki küçük evlerinde. Zaman geçecek Enflasyon Canavarı, Van Gölü Canavarı ile karşılaştırır olacaktı.

Derken, o gün geldi. Özal öldü. Ablamla beraber ağladığımı hatırlıyorum. Hem de salya sümük. Dedemizden bile yaşlıydı "tonton dede". Bizim dedemizin sıkacak yanacıkları yoktu. Dedemiz hala kavruk bir Dersim genciydi. Annem ve babamın şaşkın olmalarına rağmen, neden üzülmediği hatta ve hatta neden ağlamadıklarını hiç anlayamamıştım. Özal, kendisinden geriye, serbest pazar diye yutturulan "özgür zenginleşen" bir ülke bırakmıştı.
Demirel, geri gelmişti nitekim. Başbakanlığa "nerede kalmuştuk" ile geri dönmüştü; fakat Özal ölünce birden bire Çankaya'ya atladı. İlk kez olan bir şey oldu başbakan bir kadın oldu. Onunla birlikte de "fail-i meçhuller" ile dolu bir dönem geldi. Uğur Mumcu'nun paramparça olan otomobilini hatırlıyorum. Kötü günler devam ediyordu.

Sokaklar tehlikeliydi; ama biz sokaktan hala elimizi ayağımızı çekmemiştik. Biz "sokakta oynayan son çocuk nesli"ydik. Daha doğrusu sonra böyle anıldık hep. Oyun oynadığımız arsalarda şu an, boyumuzdan yüksek otlar olması bunu çok da güzel açıklıyor. Evet, sokaktaydık. Ablamızdan, abimizden, onların da annelerimizden öğrendiği oyunları devam ettiriyorduk.
Okula başladım o vakitlerde, anaokuluna. İlkokulda ilk gün herkes ağlarken ağlamayamışım, bundandı. İlkokula başladıktan üç ay sonra ise Akhisar'dan Balıkesir'e taşındık. Babam artık müdürdü ve ilk iş olarak "hareket memuru bıyığı"na yol verdi. Balıkesir'de deniz var diye beni kandıran ablamı, hala bu yüzden affetmiyorum. Çok sevinmiştim çünkü.
Sonra, o korkutucu adam geldi başa. Başa geleceğinde hepimizi kesecek zannediyorduk. Sakallı, çirkin adamlar her yeri sarmıştı. Gelirken çok korktuğumuz bu adam, gider ayak iyilik yaptı ve babamın üç kuruşluk maaşına iki kuruşluk zam yaptı. Giderken üzüldük, televizyonlarda tankları gören annem babam korkmuştu çünkü. 1980'i anlatıp, anıp durdular. Giden arkadaşlarını...
Kürt olduğumu öğrendim bi' sabah. Başıma yıldırım düşmüş gibi oldum. Çünkü Kürt olmak kötüydü, şeytanca bir şeydi. Öğretmenlerimiz, arkadaşlarımız hep böyle konuşuyordu. Günlerce utandım Kürt olduğum için. Nerede Kürtlerle ile ilgili kötü bir şey konuşulsa, kendi köşeme çekilip sessizce oturuyordum. Topluluk içinde konuşmaktan o vakitlerde çekinir oldum. Adım 'sessiz'e, 'sedasız'a çıkmıştı.
Komünizm'i öğrendim bir sabah. Anneme ne olduğunu sorduğumda, bana "herkesin eşit, özgür bir şekilde yaşadığı bir yaşam biçimi" dedi. Aynen, bu tanımı hatırlıyorum. Ne güzelmiş dedim kendi kendime. "Neden dünya komünist değil peki?" dedim. Sanırım geçiştirdi, cevabını hatırlamıyorum. İlk kez bir soruma cevap verirken geçiştirdi beni. Ama o gün "komünist olma" fikri girdi kafama. Çocuktum, öyle de kaldı.
Ecevit başa geçince, Apo yakalanınca sevindik. Kötü, şeytan bir adamdı ve herkesi öldürüyordu. Çocukça bir nedenle elbette hemen ölmesini istedim. Hala Kürtlüğümle barışamamıştım. Ecevit, gençliğinde annem ve babamın kahramanı; şu an da benim kahramanımdı artık.

Liseye başladım. İkinci gününde uçaklar daldı kulelere. Yeni bir dönem başlıyordu. Bir sene içinde benim için yeni bir insan çıktı ortaya. Genç bir adamdı, babamla yaşıttı.

11 May 2013

Raftaki boş yerleri doldurmak için kitapları yana yatık bir şekilde dizerim.
Aynı yazardan en az iki kitap varsa, onları yan yana koymaya imtina ederim. Ne zamandır bu kadar düzeni sever oldum, bilmiyorum. Düzeni sever oldum mu? İnsanın sevmese de yapmaya zorlanıp yaptığı herhangi bir şey gibi geldi şu an düşününce.
Uzun zamandır disipline bir hayat beni ele geçirdi. Bir amaç uğruna yapılması gereken her şey yazılmış, saklanmış ve ben bulayım diye uzun uzun bekletilip ıslatılmış. Sakince dizilmişler çamaşır tellerime.

Yaşamaya zorlandığımız bir hayat yaşadığımız. Hiç bir şey için olmasa bile, seni seven insanlar için yaşamalısın öğretilmiş. Fütursuzca işlenmiş ilmek ilmek yaşamamış gereken hayat. Dokunmuş en yetenekli eller tarafından. Üstünde uyuduğumuz, altında saklandığımız ve korunduğumuz yuva olmuş.

Hayatımda boş yerleri doldurmak için sevdiğim ne kadar insan varsa hepsini yana yatık bir şekilde dizdim.
İçeriği dolgun olanlar ağırlık yaptı oldukça; ama en azından boşumtrak olanlara göre varlığını daha hissettirir oldular. Benzer insanlardan, kendime benzeyenleri ve eksikliklerimi paylaşanları imtina ile seçmişim. Ne zaman bu kadar kolayı seçen, kendinden kaçan bir insan oldum, bilmiyorum. Kolayı seçen, kendinden kaçan bir insan mı oldum? Olabilir.
Sorumluluk, ondan kaçmayı teşvik eden bir şeydir.

Kimseye ve hiç bir şeye karşı sorumluluk hissetmek istemiyorum. O güzel gülümsemeyi kaçırmışım zamanında ya da ondan salakça bir kaçış gayretinde bulunmuşum. O kadar zaman geçmesine rağmen bırakmıyor işte.

Hayır, sorumluluk duymak istiyorum. Düzensizliğimi geri istiyorum ve disiplinsiz hayatımı.

O gülümsemeyi geri istiyorum.

10 May 2013

Turtles Can Fly


XXX " Lullaby-Chuck Palahniuk"

sayfa 176 


    Mona koluma giriyor. Elindeki parlak broşürü yüzüme doğru uzatarak "Buraya gidebilir miyiz? Lütfen? Sadece birkaç saatliğine? Lütfen." diyor.

    Broşürde lunaparktaki sürat trenine binmiş, elleri havada çığlıklar atan insanların resmi var. Eski tekerleklerle sınırları çizilmiş bir alanda go-kart yapan insanların resimleri var. Başka resimlerde pamuk helva yerken atlıkarıncaya binen insanlar var. Başka insanlar dönme dolaptaki kabinlere yerleştirilmiş.Broşürün en tepesinde el yazısıyla, büyük harflerle Eğlence Diyarı- Aile Mekanı yazıyor.

    A harflerinin yerindeyse üç tane gülen palyaço suratı var. Anne, baba ve çocuk.


     (...)
           

5 May 2013

Ayraçlık Sayfalar: " Oteller Kenti- Edip Cansever"

--- sayfa 46 ---

(...)

Bu dünyada kimseler yokmuş gibi bir şey oldum --- kısa bir süre
Merdivenleri
Ağır ağır indim
İyi günler, dedim kendi kendime
Karşılıklı iki boy aynasının arasından
Süzülüp geçtim
Kapıda bir iki saniye durdum mu --- durdum---
İki tek kiraz arkamda
Bir sevişme sesi gibi kaldılar
Dışarı çıktım

                                    ( Bir akşamüstü çıkınıydı tarlalar
                                    Anımsıyorum da o tren yolculuğunu
                                    Ah, nasıl anımsamam
                                    Kapı çalınıyor, dur
                                    Ne güzel bir rastlantı, mektubun
                                    Mektubun, sevgilim, ama acılarla dolu.)

Bir kadeh cin istiyorum, bir kadehcik cin
Ah, evet, acıyı çeken benim üstelik
Götürdü kuş kafesimi o bronz kedi
Dün gece
Oda bakıcısı --- o kadın ---
Herkes alıp götürüyor --- ne kaldı ---
                                           
                                                             (...)         

11 Nis 2013

göz göze geldik ve
gülümsedi bana.
şaşkınlıktan unuttum her şeyi,
mesela gülmeyi.
ne kadar da salakça!

26 Mar 2013

Sebepsizce, Sahte Olanın Üzerine

Merhaba efendim. Kim olduğumu sormayınız, merak etmeyiniz, sabırsızca yerinizde tepinmeyiniz. Hali hazırda  sebepsizce yazıyorken bu yazımı, kim olduğumu bu yazının son cümlesinde öğrenebilirsiniz. Gözünüz yazının son cümlesini arar oldu, biliyorum. Sonunu merak ettiğiniz romanlar gibi değil bu yazı. Başı, sonu değil önemli olan muhtevası...

Övünmeyi bilemezdi biri. Mütemadiyen mütevazı olduğunu söylerdi. Sanırdı ki herkes onu kıskanır, en çok da sınırsız ve de eşsiz olan mütevazıliğini. Köpeğe ekmek atmak mütevazılik, sokaktaki çocuğa şeker vermek aynı, sigarasız bir berduş isterse sigara, hemen çıkarıp vermek de öyle!..  Hep böyle sandı. Mütevazı olmakla övünmenin mütevazı olmasını engellediğini fark edemedi. Sahteliği ile sürüp gitti yaşamı.

Yaşamayı bilemezdi ikincisi. Konserve kutularından kendisine bir dünya yaratmıştı. Ellerini günde en az yirmi kere yıkardı. Sanırdı ki herkes onu kıskanır, en çok da sınırsız ve de eşsiz olan titizliğini. Kendisinden önce birisinin kullandığı kumandayı ıslak mendillerle dezenfekte etmek titizlik, iyi temiz arkadaş seçmek de aynı, pis alkolik bir berduş yanına yaklaşırsa sokakta, hemen kaçıp uzaklaşmak da öyle!.. Hep böyle sandı. Kaçınmanın, görülmeyen şeylerden korkmanın yaşamasını, iyi yaşamasını engellediğini fark edemedi. Kendini dışa kapatan sahteliği ile sürüp gitti yaşa(ma)masını.

Konuşmayı bilemezdi üçüncüsü. Yazılara, yazdıklarına, okuduklarına kendisini kapatmıştı. Somut olan her şeyi odasında kendi soyut dünyasına çeviriyor, hepsini kendince anlamlandırmaya çalışıyordu. Soğuğu hissetmez, üstüne çekmeden yorganın üstünde uzanır tavandaki fosfor yıldızların ışıltısına dalıp gecenin sabahla kırıştırdığı vakitlerde uykuya dalardı. Sanırdı ki kimse onu anlamaz, kimse onun gibi dünyalara dalıp gitmez, kimse hayata, en ufak bir ayrıntıdan onun çıkarıp bulduğu gibi anlamlar yükleyemezdi. Hep böyle sandı. Yazabildiği ölçüde hiç bir zaman konuşmadı. Böylece sürüp gitti yaşamını.

----
Sokakta olabildiğince ötekileştirilmesiyle var olan bir berduş olduğumu düşünün ve de öylece dinleyin beni. Sigara istediğim bir vakit, bunu sizden gelen bir lütuf olarak algılamayacağımı bilmenizi isterim. Kadere inanırım ben, bu yüzden sizin bana bir tane sigara vermek için orada bulunduğunuza inanırım. Eğer sokaktaki o berduşsam, bakmayınız bu kadar pis ve paspal göründüğüme. Sokakların filozofuyum ben.

Sokakta oynayan bir çocuk olduğumu düşünün. Annemin, çocuk tecavüzcülerinin kol gezdiği bu zamanda, herhangi birinden şeker almamamı öğütlediğini ve eğer yaparsam başıma kötü bir şey geleceğini düstur ettiğini düşünün. Daha doğrusu bilin! Eğer sokakta oynayan ve sizin şeker verdiğiniz çocuksam, şeker verip de anne düsturu ile tadı en güzel olan o şeyin çelişkisi içine sokmayın beni. Kuşkucuların ve merakçıların şahı da olsam kanım anne sözünün dediğinin tersini yapmaya akar; ama emin olamam.

Son bir sözüm vardır ki o da şudur: " Kendi kayıplarınızda aranılmakta olduğunuzu düşünüyorsanız beyim, ya da hanımefendim, eminim ki bu kaybolma avuntunuz içinde var olduğunuz boşluktan ileri gelmektedir.  Dolun ve de doldurun. Eğer her gece yorganın altında değil de, üstünde uzanıyor ve de karanlıkta tavanda parlayan fosforlu sahte yıldızlara dalıp uykuya dalıyorsanız, çıkın! Çıkın içine kapandığınız odanızdan beyim, ya da hanımefendim. Çıkın ve hemen dibinizde bulunan gerçek tepelerden gerçek ışıltıları, güzellikleri izleyin.Sonra da gelin, bu öğütleri kendi kendinize vermişsiniz gibi aynada kendinize teşekkür edin. Çünkü ben bir berduş değilim. Filozof asla değilim. Ben, ben değilim. Ben sizim."

5 Mar 2013

02.25

kendimi arıyorken olmaktan utandığım yerdeyim. bilgisayar sandalyesindeyim.
herhangi bir ofisten çalınıp eve getirilen cinsinden. hani buram buram memur götü kokan.
arada bi' 360 derece dönüyorum eğlenceli olsun deyü.
şu ana kadar pek bir randıman alamadım.

1949-1

    Dağınık odası gibi dağınık ilişkileri var. Lakin bu konuda hep bir muhaliflik taslar. "Ben aradığım şeyi buluyorum ya, gerisi mühim değil." der hep kasılıp kasılıp. Dağınık yerleşimlerin genellikle Doğu Karadeniz'de olduğu söyler ortaokuldaki milli coğrafya hocaları. Zaten Karadenizliliği ile de pek bir övünür. Sorsan bir güzel de cevaplayamaz 'nedir düzene karşıtlık'. Tek cevabı "sıkıyorsa onlar da bulabilsinler dağıttıkları bu yerde sevmedikleri o düzenin yerine kendi istedikleri düzeni." olabilir; fakat uzun cümleler kurmaya engel onun için ortaokuldan eğitimi terk edişi.
     Bu birinci şahıs bu giden geminin kıç kısmında ikamet etmekte şu anda. Geçmişte bıraktıklarına mı içleniyor dersin, çekerken sigarasından bir nefes. Olamaz, zira duygusallık muhteviyatını ergenliğinde dışarı boca eden bu şahıs bunun sebebi olarak da herkese yüzüne kapatılan ilk kapıyla gönlünde müşteki olan bir kızdan bahseder. Dağınık odası kadar dağınık olan insan ilişkileri işte bu zaman başlamış dediğine bakarsak.
      Bir diğeri ise suskun. Yani suskun derler ona. Susmuş zamanın birinde, sebebi her ne olmuşsa. O geminin sancak tarafında durur. Elleriyle güverte korkuluğuna dayanıp, gözlerini gökyüzüne diker. Bir kaç saniye sonra da kapatır. Belki de 2 saat hiç mi hiç açmaz. Sen gider bütün işlerini halledip, elinde içkin dinlenmeye gelirsin, hala onu orada o vaziyette görürsün. Denizin ortasında martı da bulunmaz, neyi dinler dalgadan başka diye düşünürsün. Onun dinlediği, senin dinlediğin olur. Hangi şey, hangi neden birisini bu kadar susturur, bu kadar başka aleme götürür bilemezsin. Bütün bu sebeplerden gemimizin en nadide insanıdır. Sancak tarafının üst güvertesi kuşlarla ona kiralıdır.
      Martıların şehri var uzakta. Bu yolculuğumuz boyunca ona gitmeye çalışacağız. Ona koşacağız denizi yara yara. Oranın bir şairi var. Balıkla dost, rakıyla dost. Bakamamıştır geminin ardından; biz yetişmeye çalışacağız ona. Artık elimizden ne gelirse.

8 Şub 2013

Bet

Odanın duvarı rutubet olmuş. Kabar, kabar, kabarmış. Uyanınca gördüm.
Kitaplıktan kitaplar sarkmış. Bir kaçı yere düşmüş. Düşenin kısmetiymiş, okudum.
Kitabı alıp yürürken serçe parmağım halıya takılmış. Canım da nasıl yandı!
Yürürken salona bir örümcek tavandan iniyordu aşağıya. Yol verdi, geçtim.
Sağ ol demedim, ayıp oldu.
Yine kitaba başlayamadım. İkinci sayfada sıkıldım. Ön sözü ağır geldi, okuyamadım.
Salonda öylece uzandım.
Salonun duvarı rutubet olmuş. Nasıl, nasıl kabarmış:
Annem görünce "alllllluuuuuuuuuuu" diye haykırmış.
Duyunca anladım
Rutubet fena, rutubet kötü.
Kişinin uyuşukluğu geçer duvara, nem artar, iletken olur hava.
Düşmese kitap okumazsın.
Kabarmasa duvar, havalandırmazsın.
Takılmasa parmak, canın acımaz.
Sanırsın, acımaz.

Ekimin Bir Günü

" Bi' ara bi' bira içmeye gidelim şöyle seninle bir güzel muhabbet ederiz."
" Olur, gidelim bana uyar."
" Ne duruyoruz lan! Hemen şimdi gidelim.."


Düşünmeden hareket edebilmeyi istedim. Sonunu düşünmeye zaman olmasın istedim. Fakat o gün olduğu kadar hiç bir zaman yaklaşamadım bu huzura. Çünkü o gün yanımda benim gibi hisseden, düşünen bir insan daha vardı.

Ekimin bir günü, aydın dertlerden muzdarip, aynı çözümsüzlüklerin içinde kıvranan iki genç vardı. Tesadüfen yan yanalardı. Ekimin o kapalı boğucu gününde, duvarlar gri, yapraklar sarı ve dökülmüş halde asfaltta, kampüsün yarı evcil hayvanları uyuşuk uzanmış, hava ağır mı ağırlaşmış ve biz de bu ağırlığın altına kendi ağırlıklarımızı boca etmiş yürüyüp gidiyorduk.


"Canım sıkılıyor yahu! Böyle boğan, nefessiz bırakan bir şey var. Bazen bir anda bitse hayatım, mesela yarın olsa, ben olmasam, olurmuş gibi geliyor. Garipsemiyorum hiç biliyor musun?"
"Estrağfurullah abi, olur mu öyle şey, nereden çıktı şimdi bu?"
"Öyle be abi, bilmiyorum."
  .........

"Senle bi' ara bi' bira içmeye gidelim barlar sokağına. Bir güzel dertleşiriz."
"Olur, gideriz. Bana uyar."
"Sahi be! Ne duruyoruz. Hemen gidelim, yarım saatimizi alır gitmek."


Yürümek bazen zor geliyor dostum. Öyle buzla kaplı olup olmaması mühim değil. Önüne bir çukur, logar kapağı çalınmış mesela, çıkması gerekmiyor. Her şey içeride başlayıp, içeride bitiyor.

İçtiğim bira, içtiğim, içebileceğim bütün biralardan iyi gelmiş olabilir. Bu sayede edilen cümleler daha bir içeriden çıkmış olabilir. Kimseyle paylaşamadığın hüznün bir anda serbest kalmış olabilir. Bu seninle ilgili değil, tamamen bunu oradan çıkartan insana mahsustur. Yürümek zor gelse de, tutar götürür çünkü yanında seni. Yolu nerede, kendi yoluna ayrılırsa oraya kadar bırakır en azından.


" Bu akşam mı çıkmak istiyorsun? Babamdan bi' izin almaya çalışayım :-)" yazıyordu mesajda. İlk biranın dibini görürken geldi mesaj. Muhabbete dalmışken arada okuyuverdim. 

Derdimi tıpkı bugün olduğu gibi 100 sözcükle ve birbirine benzer cümleler dizisi halinde anlatabiliyordum. Anlatıyordum da... Üstü kapalı da olsa anlıyordu beni. Sigara uzatıyordum, "hadi içeyim be!" diyerek alıyordu bi' tane. İçtikçe daha da uzattım, daha da aldı. Paket yarıya indi; ama hiç içime oturmadı.


"Nasıl gidiyor abi?"
"Eh işte, senin?"
"Aynı."
"Hep aynıyız di' mi?"
"Sanırız öyleyiz be abi."
"Olsun, hep böyle kalalım."
"Bence de. Değişip de ne olacak ki zaten."
"Öyle deme, bazen iyi de olabilir."
"Öyle diyorsan öyle olsun be abi."
..........
"Senle bi' ara bi' bira içmeye gidelim mi? Bu akıcı muhabbetimizi devam ettiririz."
"Ha Ha. Olur be abi. Sen diyorsun ya olur."
"Sahi be! Ne duruyoruz. Hemen gidelim."

21 Oca 2013

Lojman Bahçelerinin Gri Kamelyaları

Kış saatine geçmişiz malum saat 4'de hava kararıyor. Müdür bey de işten dönmüş evine koşmakta. Beyefendi yağan kar yüzünden öğlen eve gelememiş acıkmış. Hanımefendi de soğuk yüzünden oğluna kıyamamış, öğlen yemek gönderememiş müdür beye. Bir mahcup, bir mahcup ki ne siz sorun ne de komşu hanıma, müfettiş beyin eşine ben söyleyeyim. Benden duymuş olmayın sakın, kendisi çok dedikoducudur. Milletin arkasından konuştuklarını bi' anlatsam, nah şu koca lojman yıkılır.

Çocuklar yine bahçeye dadanmış. Hayır, zaten çok düzenli bahçemiz yok, bir de olanı dağıtıveriyorlar. Baş Dispeçer'i yapmayacaktık yönetici. Ne diye yaptık ki o sümsük herifi. İşte bile görevini tam olarak yapamazmış. Trenlerle, diğer istasyonlarla konuşurken utanır, sıkılırmış. Dedim ben çok dedim de dinletemedim. Bahçenin hali nicedir, önceden altında nice güzel sohbetler ettiğimiz kamelyamızın hali nicedir hiç umurunda değil adamın.

Şu bahçede bizim oğlanın sünnetini hatırladım bi an. Ne de güzel gündü. O zaman sabahlara kadar çalgılı, çengili, sohbetli, çilingir sofralı eğlenceler yapardık. Çocuklar arka bahçede "seyirlik tiyatro geceleri" yapardı. Hey gidi 80'ler. Şu yapraksız ağaçlar, şu tepesi çürümüş gri kamelyalar dile gelse de şu döndürülemez dönüşümü ve öncesini anlatabilse. O zaman küçücük bir fidandı balkonumuzun altındaki çam. Küçüktü ama yemyeşildi. Şimdi kocaman oldu ve kamelyanın sadece yarısını görebiliyoruz balkondan. Müdür bey'den, Dispeçer'den, müfettiş bey'in dedikoducu karısından nereden geldim buralara bilmiyorum. Ama zaten her şey onların gelmesiyle başlamıştı ya.

İki bloku var lojmanımızın. Müdür Bey'in de kaldığı diğer blokta da var bir kamelya. Bir de iki blokun arasında iki bank var. Üzerinde belediye reklamlı olanlarından. Eskiden yazları, lojmanda okey partileri yapılırdı. A blokta kadınlar, B blokta erkekler ve arasındaki banklarda çocuklar... Kaybedenler de olurdu, tıpkı kazananlar gibi. Geceler 2 olurdu, 3 olurdu. Ve kaybedenler, kazananlara hastanenin karşısında tezgah açan "nöbetçi karpuzcu"dan karpuz alır gelirdi iddia niyetine. Herkes kazanmaya çalışırdı ve kaybeden bile kazanırdı. Tabi oyunun kazananı karpuzun göbeğini alırdı.

Gel zaman, git zaman dünya değişti, ülke değişti, şehir değişti, mahalle değişti ve tabi ki bizim lojman da değişti. Lojman başına düşen bal, badem, bıyık oranı her sene daha da arttı.

Müdür bey evine girmiş. Mutfağın ışı yanıyor, belli ki hemen yemeğe oturmuş. Salonun ışığı yanıyordu, söndü. Belli ki anasının soğuğa çıkarmaya kıyamadığı yavrusu da babasının yanında sofraya oturdu. Perdeye dev plazma televizyonun ışığı vurmakta.

Dispeçer bey bahçeye çıktı. Ampulu patlayan bahçe lambasının ampulünü değiştiriyor. Yöneticilikten anladığı bahçevan hizmeti muhteremin. Onu da beceremiyor.

Müfettiş bey de işten eve geldi. Merdivenden  botunun o klasik rap rap sesini duyuyorum. Yine 5 dakkada çözemiyor düğümlerini. Hanımı kapıyı açmış, evleri belli ki şu an soğumakta. Karısı car car konuşuyor.

Bizim ev mi? Bizim ev, sıcaklığı o özlediğim günlerden beri hiç değişmeyen güzelim, sıcak ev. Aynı, eskisi gibi aynı. Dünya değişti, ülke değişti, şehirimiz, mahallemiz değişti, lojmanımız değişti;  ama bizim ev hep aynı kaldı. Bahçe de aynı kaldı, altında sabahlara kadar oturduğumuz kamelyamız da...

Sadece giden renkleri oldu. Şimdi her şey gri burada.

6 Oca 2013

Duvar

Gözleri açıktı ve yatağında öylece uzanıyordu. Uyku nedir, bilmiyordu. Zaten günler boyu bu kokuşmuş hücrede kafasını koyduğu zaman pireli yastığa, pire olmasa da sebebi, doğru düzgün uyuyamıyordu.
Küçük hücrenin küçük penceresinden ışık, hücreye yavaş yavaş dolmaya başladı. Bin yıllık karanlığın esiri olmuş gibi hüzünle uyanan oda ışığa hoş geldin merasimi yaptı. Dışarıda sabah kuşları cıvıldıyordu.

Mezar toprağı gibi ağır yorganı üzerinden güçlükle attı. Doğrulup, yatağının kenarına oturdu. Bu üç metrekarelik, cehennem baskılı küçük rutubetli odada 12 zor gece geçirmişti. Bu kokuşmuş küçük hücrede tek yakın dostu koca iri bir lağım faresi olmuştu. Elbette şirin değildi. Fakat nefes alıyordu ve nefes umudu Kaf Dağı'nın ardında bırakan bu adam için rahatlama sebebiydi. Odasını saran iğrenç lağım kokusu ise artık o kadar iğrenç gelmiyordu.

Doğrulup, sırtını duvara verdi. Ateşler içinde yanan sırtı, buz gibi soğuk duvara değince önce bir ürperdi. Fakat tetanoz yorgunu vücudunun serinlemesi hoşuna gitti ve kendini soğuk duvara teslim etti. Tam karşısında , lavabonun üzerinde duran aynaya gözünü dikti. Dakikalarca kımıldamadan kendisini inceledi. Günden güne eriyen yaşam belirtileri her geçen gün kaybolan yüzüne... Sonra birdenbire aynadaki yüze yaşam kırmızılığı geldiğini gördü. Yavaş yavaş yüz kırmızılaşmaya ve kilo almaya başladı. Yıllar önceki o sağlıklı, mutlu adama dönüştü. Ayağa kalkıp gittiğini gördü. Aynaya yansıyan grilikler yeşile, duvar çatlakları ağaca, ağaçlar ise döndü. Aynada beliren yeşil parkalı bıyıklı adama güldü. Gülümsemesi kıkırdamaya, kıkırdaması kahkahaya, kahkahası daha güçlü bir kahkahaya, bu güçlü kahkaha ise hıçkırığa dönüştü. Aynı anda aynadaki adam, genç bir kadına sarılıp öpüyordu. Tüm bu mutluluk görüntüleri asker postalları ile sona erdi. Adam artık yatakta büzüşmüş halde içine kapanmış bir cenindi. Tek hamlede yorganı tamamen üstüne çekti. Duvarın bütün soğukluğunu içine çekmiş, tir tir titriyordu.

Çok geçmeden dışarıdan gelen gürültülerle kendine geldi. Pencereye yönelip titreyen parmaklarıyla parmaklıkları tuttu ve bu küçük pencereden avluya baktı. Bakışları donuklaştı ve yavaş yavaş pencereden uzaklaştı. Koridordan gelen ayak sesleriyle donuk ifadesi değişip yüzüne korkunun gölgesi düştü. Ayak seslerinin hücresinin önünde durmasından korkuyordu. Gittikçe yükselen seslerle beraber gözlerini kıstı. Korkusu yüzünün bütün çizgilerine yayılmıştı. Askerlerin yürümesi durdu ve şangırdayan anahtar sesleri gözlerini korkuyla açmasına neden oldu. Korkuyla sıklaşan kalp atışları ve nefes alışverişi onu boğmak üzereydi. Kapı açılınca yüzü koyun yatağa attı kendini. İçeri giren iki gardiyanın nefesini artık ensesinde hissediyordu. İki koca elli çingene gardiyan bu güçten düşen adamı tuttuğu gibi kaldırdı yataktan. Gücü bitti ve bayıldı.

Kendine geldiğinde yine soğuk duvarı sırtında hissetti. Bu kez duvar odasının değil, avlunun duvarıydı. Elleri ve ayakları bağlı bir şekilde duvara yapışık yerde yatıyordu. Gözlerini açtı ve silahlarını hazırlayan askerleri gördü. Tamı tamına 6 asker vardı silahlarını hazırlayan. Askerlerin başında ise yemyeşil kıyafeti ve omzunda apoleti ile bir komutan duruyordu. Adamı gördüğü gibi korkak gözleri, öfke ve nefretle doldu. Bu komutanı tanımıştı. Kendisini tutuklayan, karısını ise tutuklamaya engel olmaya çalıştığı için öldüren adamdı bu. Öfkeden   güç toplayan kollarının üzerinde doğrulup, komutana doğru tüm gücüyle koşmaya çalıştı. Fakat daha bir adım atamadan yere yapıştı. İşte o zaman ayağındaki prangaların etini kestiğini hissetti. Genç görünümlü iki asker, hemen adamı ayağa kaldırdı ve hapishanenin soğuk duvarına dayadı. Komutanın emriyle infaza başlamak için 6 asker de yerlerine geçti. Bir anda şiddeti artan rüzgar komutanı tedirgin etmiş olacak ki, askerlerine bir an önce infaza başlamaları emredildi. Askerler emri alırken, gökyüzü gittikçe kararıyordu.

Hava nemlenmeye ve daha sonra da çiselemeye başladı. Bir kaç dakika içinde yağmur hızlanmaya başladı. Sular birikmeye ve avluda küçük göletler oluşturmaya başladı. En büyüğü idam mahkumunun önünde oluştu. Çaresiz adam bu önünde oluşan su birikintisine daldı. Üzerinde oluşan küçük dalgaları tebessümle seyretti. Komutan gür ve tok bir sesle "Hazır ol!" diye bağırdı. Askerler hazır duruma geldiler ve silahlarını mahkuma doğru tuttular. Adam ise artık küçük göletinde kendi yüzünü görebiliyordu. Hayatını gördü, annesini babasını gördü. Çocukluğunu, ergenliğini, öptüğü ilk kızı gördü. Hayatının aşkıyla tanıştığı günü, aynı zamanda kavgasıyla buluştuğu günü gördü.

Komutan askerlerine "Ateş!!!" diye bağırdığında en son kızının doğduğu günü görüyordu büyüyen su göletinde. İşte bu yüzden kendisine doğru gelen 6 kurşunu kocaman bir hoş geldinle, gülümseyerek karşıladı.

Hapishanenin buz gibi soğuk duvarına dayandı.


( 02.10.2009- Eskişehir)

Otobüs

gecenin köründe,
ıpıssız iken otogar,
gidiyordu otobüs.
dudağımda melodisi,
dudağımda "ayrılış"..