Yazılar

21 Şub 2014

Statü Farkı

Bu şehre geldiğimizin ilk günüydü. Şehrin istasyon meydanını gören lojman terasında oturmuş, meydandaki 10 Kasım anmasını izliyordum. İstiklal marşı biter bitmez yanımda babam bitti. Koca bir evi neredeyse tek başına taşımış olacak ki bitkindi. Hangi okulda okumak istediğimi sordu. İki seçenek sundu ve ben, o zaman ki derin sevgimden ötürü, adı Atatürk olan okulu seçtim.

Meğer, çoğunlukla şehrin orta-üst burjuva kesiminin çocuğunu gönderdiği okulu seçmişim. Hatırlıyorum, 6 tane şube vardı okulda. Beni okulun toplama kampı tipli sınıfına verdiler. Haylazların, tembellerin ve de en mühimi ailesi bi' nebze daha fakir olan çocukların sınıfına...

2. ve 3. ve 4. sınıf geçip gitti bi' solukta. Çocukken daha uzun geliyor bu zaman insana. 5. sınıfın başında o geldi. Hali, tavırları, kısaca her şeyiyle bizim sınıftan biri gibi değildi. Aramızdaki statü farkı o kadar fazlaydı ki laflarla anlatılamaz. O yaştaki en büyük statü farkı ise ne maddi durum ne de başka bir şeydi. O çalışkandı, bizden biri olamazdı. Daha okula geldiğinin ikinci günü, sınıfı ziyaret eden valinin sorduğu soruyu koca sınıfta sadece o bilmişti. Ve de çok çok güzeldi.

Evet, aşık oldum. Güzelliğine olsaydı eğer, ilk gördüğümde olmalıydım. Büyük ihtimalle çalışkanlığı etkiledi o zaman. Bizden çok farklıydı çünkü. Melankolik, kendi halinde, uslu, naif, sessiz, sakin gibi bütün unsurları barındıran biri olarak, tabi ki, hiç bir zaman açılamadım ona. Açılmak bi' güne dursun, onu sinir etmek için her şeyi yapıyordum. Çalışkan olduğu için tiyatro oyununa deneme yapmadan almıştı öğretmenimiz ve adaletsizliğe taviz vermeyen ben ikisini birden, naifliğime hiç yakışmayacak bir şekilde, haşlamışlığım bile olmuştu. Erkeksen oyunun kuralı bu. İlgi gösterdiğini göstermemek için her şey yapılmalı.

Ortaokul kısmına geçtiğimizde sınıfın durumu artı geri dönülemez biçimde kötüye doğru gidiyordu. Haylazlık diz boyuydu. Bu duruma dayanamayan  türkçe öğretmeni, mütemadiyen, ağlayarak sınıfı terk ediyordu. Bu kötü durumun önüne geçmek için çaresizce zırt pırt öğrencilerin oturma düzeni değişiyor; lakin hiç bir olumlu sonuç alınamıyordu. En sonunda canına tak eden sınıf öğretmenimiz bizi kızlı-erkekli oturtmaya karar verdi. Bu karara en çok sınıfın kızları üzülmüştü. Taze ergen erkeklerde ise yanına bi' kızın oturacak olması üzerine büyük bir heyecan vardı. Benim ise tek düşündüğüm oydu. Yan yana otursak ne güzel olurdu.

Ders zili çaldı ve hoca içeri girdi. ' Haydii!! Herkes tahtaya..' dedi ve hepimiz it gibi dizildik yan yana. Önce kısa boylulardan başladı. Tabi ki sınıfın en uzunu olarak en sona kaldım. Ve sonunda o sözü duydum: ' Can, bana bak. Sen .......'nin yanına geçiyorsun.' Şok olup kaldım öylece iki saniye. Yüzümde garip gülümseme ile... ' Ne sırıtıyon lan! Geçsene yerine!!' diye bağırınca öğretmen kendime gelip, hızlı ve ürkek adımlarla duvar kenarı sondan ikinci sıraya doğru yürümeye başladım. Koridor tarafına oturdum. Tam yüzüne bakıp gülümseyecektim ki, gülümsemem yüzümde öylece kalakaldı. Ağlıyordu. Gerçekten, öyle böyle değildi. Gözyaşları sel gibi akıyordu. Ağladığına üzüldüm ve niye ağlıyorsun dedim. Cevap vermedi. Bi' kaç saniye sonra ise ağlayarak bağırdı.
- Öğretmeniiiiiiiiiiiiiiiiimmm! Can'la oturmak istemiyorum. Benim bi' tembelle ne işim olabilir ki?!!

Statü, statü farkı...
O yaşta kelime anlamını bilmediğim; fakat varlığını somut olarak acı bi' şekilde içimde hissettiğim o anda, o acıyla sanırım, ben de bağırmışım:
- Siktir or'dan, kevaşe!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder