Yazılar

31 Ara 2011

Altı Çişli Hayal

Yürüyordum. Yürüdükçe açıldığımı ise hiç mi hiç hissetmiyordum. Bir okul çıkışı onca insanın içinde eve varmayı umuyordum. "Hşşt" sesi geldi gibi geldi,"hooşt" muş. Yanıma bitli bir it gelmiş. Bacaklarımı kokluyordu. "Bana biraz yiycek ver, ahbap" der gibi yüzüme baktı. Oldum olası köpeklerden nefret etmişim bir kere, verir miyim lan sana dedim içimden. Öyle de bir bakış attım soğuktan titreyen hayvancağıza.

Domatesci sinirliydi bugün. Sokak sokak dolaştığı kamyonetiyle pek bir afralı, tafralıydı. Bir taşın üzerine oturup törenvari geçişini izledim. Belki karısına sinirlenmiştir, belki de bilemezsin traş bıçağına. Yok yok mutlak karısına sinirlenmiştir. Traş bıçağına sinirlenir mi bir insanoğlu? Elbette, Olacak iş değil.

Aaa bir kedi geçti önümden. Çikolatalı ve kremalı bir kediydi. Kahverengi, beyaz renkleri pek de güzel bir harmoni değildi. Şekilleri düzensizdi desenlerin. Canım çikolata istedi. Kalktım taştan, azıcık uzaktaki bakkala gittim. Domatesci de çizikli,domatesleri kadar kırmızı suratını asa asa sürdü, gitti aracını.

Bakkala inerken birisi arkamdan "leeeyn" dedi. Bana mı der gibi bakışla döndüm baktım. Bana dememiş, meğersem bakkaldan kaçar adım giden toptancıya demiş. Neyse, dedim girdim bakkala. İçerde yemyeşil gagası erikli bir papağan gördüm. Gülümsüyordu bana, ben de gülümsedim. Bir fıstık attım ağzına. Geri attı suratıma, "ben maymun muyum, kerkenez" bakışı attı bana. Öğrendim ki fıstıklı yiyeceklere bile hayır göstermezmiş, gagasında erikli yeşil papağanlar.

Zar zor seçtim yine çikolatayı. Para üstünü almadan çıkıyormuşum. "Heyyy" dedi bakkal amca, "sadaka mı veriyon velet, al paranı" dedi. Bu anarşist tavırlı gereksiz asilik, daha sonraları ergenlikten erken çıkmamı hızlandırdı desem... Yalan olur canım. Ne alakası var küçücük bir lafın bununla. Çıktım bakkaldan eve doğru yürümeye devam ettim.

Yürüyordum. Yürüdükçe açılmıyor, aksine götüm buzdan da buz kesiyordu. Alt tarafı 400-500 metre ileride olan evime giderken birisinin daha bana seslenmesini istemiyordum. Derken bir "hoop" sesi yankılandı koca kubbede. Yosun kaplı bir su kaplumbağası çıkmaya çalışıyordu logar kapağından. Geldiği yere bakarsan, hiç de kötü kokmuyordu. "Hoop. Ne o bok görmüş kraliçe gibi bakıyorsun bana." dedi ve sonrasında utandı kendinden.. "Ne biçim boktan benzetme yaptım ben yahu" dedi ve koca, iğrenç bir kahkaha patlattı. "Dostum, şu kapağı üzerimden atmama yardım eder misin?" dedi can havliyle çıkmaya çalışırken. Azıcık uzakta penceresi gözüken evime ve soğuktan morarmaya yüz tutmuş parmaklarıma baktım. Fakat, yardım etme isteği ağır bastı ve sırt çantamı okaliptüs ağacının yanında bir anne koalaya teslim ederek, logar kapağının altına girdim. Sayemde çıktı bok yuvasından, yosun kaplı su kaplumbağası. "Sağ olasın dostum. Sen işine bakabilirsin, eyvallah" dedi. Çantamı aldım yürümeye devam ettim.

Yürüyordum. Yürüdükçe açılamıyordum. Yan apartmanın kapıcısı elinde koca bir kürek, kömürden koca bir dağı küçücük bir pencereden evin bodrumuna atmaya çalışıyordu. Eğilmişti ve çatalından öte bütün mal varlığı gözüküyordu. Yerdeki kömür parçasını atasım geldi. Kumruların ve karıncaların yoğun gazlamalarına rağmen yapmadım bunu. Tezahuratların yerini, yanlış ofsayt çalmış hakeme olan gibi bir isyan ve yuhlamalar aldı. Etrafımda it dalaşı yapmaya başladı kumrular. Koşa koşa girdim apartmandan içeri. Apartmanın içinde yere oturup, soluk aldım ve üşüyen ellerimi sıcak kalorifere yasladım.

Evimizin kapısının önüne geldiğimde yerde bir çift plastik ayakkabı vardı.. Evet, evet gelmiş olmalı.
Pantolonumda ıslaklık mı varmış. Hiç umrumda değil. Bin bir sevinçle çaldım kapıyı. Bin bir heyecanla bekledim kapının açılmasını.

Bana anlattığı onlarca masal onu getirmiş olmalı...


Aaaaaaaa. Yine altına işemiş buu!!!
bir nefes
bir nefes daha aldım
sisli balıkesir gecesinde..
bir yıl
bir yılı daha geçmek üzereyken..
umudun son,
karamsarlığın ilk gecesinde.
odam aydınlanmıyor hiç
doğuş sancılarını çekerken güneş
terk etti izleri..
bir ağırlık var kolumda,
hayır hayır omzumda
tam yukarıdan
bastırıyor arsızca.
söyledik bir şeyler,
yazdık, çaldık..
boşuna,
terk etti umut bizi...

26 Ara 2011

uzak doğudan da öteymiş karalar
toprağın kan rengi olduğu yermiş..
bir yer var sana
kırmızı pinokyo bisikletin özgürlüğü
ve de
yavrularını cebinde taşıyan
bir annenin sıcaklığı..
orada var hepsi senin için
minik kız..
uzaklardan da uzak karalara
git.
özgür ol...

derken gitmişsin bile.

18 Ara 2011

Bir İleri, İki Geri

Sıcaktı her zamanki gibi temmuz ayı. Saatli maarif takviminden günler, aylar, yıllar birbir düşse de, o yaşta hiç de ilerlemiyor gibiydi zaman. Büyümenin olabildiğine olan yavaşlığı içi kavuruyor ve bir an önce baban gibi olmak istiyordun. "Oku oku da baban gibi eşşek olma" öğüdü ağır basmıyor, okumak her bir şeyin önemine göre en alt sıralarda yer alıyordu. Bir sıcak temmuz ayının serin bir gecesinde, sahilde, şezlongda uzanarak yıldızlara bakıyorduk.

10 sene geçmemiştir sanırım. Üniversite sınav maratonu bitmiş ve de dinlenmek fırsatı bulamadan kendimi iş ve çalışma ortamında bulmuştum. Bacasız sanayimizdeki yüz binlerce vasıfsız elemandan biri olmak için yollara dökülmüştüm. Sonu hayırlı olmasa da güzel olan günlerde eski şeyler tabi ki insanın peşini bırakmıyordu.

Çocukluktan kalma yakın bir arkadaşımla yoldaşlık ettiğim o günlerde, antre vakitleri hariç sadece geceleri dinlenebiliyorduk. O zamanlarda da yaptığımız tek şey, plaja gidip şezlonglara uzanmaktı. Herkesin elini eteğini çekip, kendini diskolara attığı o zamanlarda en sessiz ve en güzel yer orasıydı çünkü. Sercan'ın astronomiye merakı yüzünden en başlı konu yıldızlar oluyordu. Bir de Ufoları unutmamak gerek. Bir kaç gün sonra sıkılmaya başlamıştım; fakat olabildiğince ayak uydurmaya çalışıyordum.

Artık günler günleri kovaladıkça bu muhabbet sıkmış ve ben de dinliyormuş gibi yaparak başka şeylerle uğraşıyordum. Telefondaki aynı mesajları tekrar tekrar okumak gibi.. Derken aklıma o geldi. Nerede, neler yaptığını o kadar çok merak ettim ki. 1.5 sene olmuştu görmeyeli ve 18 yaşındayken de 1.5 sene büyük bir zaman dilimiydi. Önce telefon numarasını aklıma getirmeye çalıştım. Ama son iki numarayı o zaman olduğu gibi yine karıştırdım. Emin olamadığım için ikisine de aynı mesajı atmayı düşündüm. Mesaj olabildiğince sabit olacaktı. "Ben şu, seni şu şu şu nedenlerle merak ettim, iyi misin hoş musun, nice misin" tadında hoş samimi ve köylü candanlığıyla olacaktı. Bu arada da Sercan anlattıkça anlatıyor, ben de arada ona "he, he" "aaa, öyle mi" diye cevap veriyordum.

Bir kaç dakika sonra mesaj kutuma iki mesaj birden düştü. İlkinde "pardon, tanıyamadım"; ikincisinde ise "İsminizde çok arkadaşım var. Kimsiniz" diye yazıyordu. Ben de numaramı silmiş olmasının sinir bozukluğu ile ikisine de "sanırım, bir yanlışlık oldu" yazdım ve bir daha da mesaj atmadım.

Sercan'ın uzay hikayelerinin heyecanına kapılıp, bir ay daha geçirdikten sonra, eylüle varmadan işten ayrıldım. Takvim yaprakları arkası sıra düşerken süpürge, faraş ortalığı temizlemek gerekiyordu değil mi?

15 Eki 2011

Bu Sanki Biraz Farklı

Gözüm açılmıyor ki. Açamıyorum ki. Gitmesem ya bugün okula. Kış saati uygulaması da uygulanmış gitmiş, nedir bu tasarruf güneşten. Biraz biraz açarken gözlerimi bu düşüncelerle, kokusu geldi burnuma peynirli ve salçalı tostun. Demlenememiş çay da cabası. Annesine göre büyüyememiş mi yoksa yavrusu ki yıllar sonra hatırlamış kahvaltıyı?!

Ekim ayının başına gelmek üzereydik. Okullar yeni açılmış ve ben hala onu unutamamıştım. Nasıl da unutabilirdim ki her gün görüyordum. Utangaçlığımdan son 1 yıl konuşamamıştım, ondan habersiz yüzüne bakıyordum sadece. Her sabah okulun bahçesine girip, uzakta sıraya girdiği görüp "günaydın" diyordum içimden. Elini tutup, yanağına öpücük konduruyordum. "oğluuuum, sıraya gir artık" sözüyle kendime gelip hayalleri ilk derse erteliyordum. Müdür yardımcısının gırtlağından ağları dele dele çıkan bu kalın ses gelmeseydi, bütün ergenliğimle beraber, çocuğu yapar duruma gelebilirdim hayallerimde.

Peki onun bunlardan haberi var mıydı? Bir lise aşkını, aşık olunandan önce aşık olanın en yakın arkadaşı bilmelidir. Bu zamana uyarlarsak "kanka" hesabı... Ama dünya üstünde kimse erotik hislerden arınmış bu saf-i pur aşkı bilmiyordu. Ben ve ben dışında kimse..

Belki de birkaç bakışımı, sevgilisiyle elele gördüğümde oluşan duygu yoğunluğumu fark etmiştir. Bilemiyorum.

O sabah, yani o özel sabah, annem yıllar sonra bana kahvaltı hazırlamıştı. İyi demlenmemiş çay eşliğinde, peynirli ve salçalı tostumu yemek için zor da olsa uyandım ve mutfağa gittim.

Kahvaltı bittikten sonra dün gece atılan mesajları okumak için, babamdan Panasonic marka cep telefonunu istedim. O zamanlar, cep telefonu pek yaygın değildi. Ben de hattım için genellikle babamın işleneyen, aramayan cep telefonunu alıyordum. Acaba dün attığım salak mesajlara ne cevap verecekti diye merak ettim. Siz tabi bilmiyorsunuz; o gece aşkımı ilan ettim. :) tabii ki yüzyüze değil. Cep telefonu o zaman da güzel bir şeydi...

Cevap ne olsa beğenirsiniz; "Hangi Can'sın?'"

--devam edecek

Düdük 1.1

1. Sahne ( ışık açılır. loş bir ortam. ortada bir masa ve sandalyede genç vücutlu iri bir erkek oturmaktadır. ışığın açılmasını fark edip, seyirciyle konuşmaya başlar. bir kişiyle konuşur gibi yapar)


CENGİZ

hah! ben de kendimi yalnız zannediyordum. ordaymışsınız. yok yok uzun zaman olmadı geleli. çok beklemedim.
evet kendimi tanıtayım önce.

ben 24 yaşında, 1.90 boyunda ve o rakama yakın bir kiloda, diyet vermesi gereken, 3-5 şınav, 10-15 mekik çekmesi gereken saçları fönsüzken kıvırcık olan bir evladı erkek ademim.

cebimde üç beş kuruşum vardır beyim. ciklet neyin almak için taşırım çocukluktan beri. arap kıza yetmemiştir çoğunlukla param, ciklet diye dişimizi kıranları çiğnemişimdir. ilk öptüğüm kızı ve ilk suyun aktığı zamanı bilmem. unuttum gerçekten. 'unutmak en büyük erdemdir' dediler ve yedim ben de beyim. Beyim beyim diye konuşmam saçma geldi di' mi? Kibar feyzo gibi olduğumu fark ederek hitabımı değiştiriyorum beyefendi.

derdim ne biliyor musun? neden sıkılmam ve moral bozukluğum ve sorunum.
ben bir düdüğüm. evet düdük. kocaman bir düdük. aslında düdük ile ilgili başka bir şeydi derdim. Heh! benim derdim, evet, düdüklenmek...

okulda, işte, evde... her yerde düdüklendim..
kardeşim, arkadaşım, kadınlar... ah kadınlar... herkes düdükledi beni.

ne? efendim, ne dedin? hikayeyi en başından mı anlatayım?! iyi de uzun sürer... hmm, peki..
o zaman ben en başından başlayayım...

Hişt! hişt!

Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım.

Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.

Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:

-Hişt,dedi.

Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:

-Hişt hişt, dedi.

Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.

Hişt! dedi yine.

Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.

Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi "hişt hişt" diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:

- Hişt hişt hişt, dedi.

Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.

Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.

Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.

Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.

İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.

Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.

Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.

- Merhaba hemşerim, dedi.

- Ooo! Merhaba! Dedim.

Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!

-Buyur beğim, dedi.

-Bir şey söylemedim, dedim.

Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.

- Hişt hişt, dedim.

Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.

- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.

- İyi değil, dedi.

- Baklayı ne zaman keseceksin?

- Daha ister, dedi.

Nefes alır gibi "hişt" dedim.

Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.

- Kuşlar olmalı, dedim.

- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.

- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı...

- Yıkattın mı?

- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.

- Çocuklar nasıl? diye sordum.

- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya...

- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!

- Haydi güle güle.

Biraz uzaklaşınca:

- Hişt hişt.

Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.

- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.

- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?

- Sen değil misin hişt hişt diyen?

- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?

Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!

Hişt hişt!

Hişt hişt!

* * *

sait faik ABASIYANIK

sanatçının öyküsü

bütün kabile kızar bana,
derler bu adam çalışmaz mı?
bu adam hep düşünür mü,
bir kuş ölmüş diye üzülür mü?
gündüz böyle diyenler
gece olunca,
ateşler yakılınca,
denizler çoşunca...
ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara.
bakın bakın martılar uçar,
bakın bakın yıldızlar koşar.
bakın ne güzel bir hayat var dünyamızda..
bir hüzün çöker bir garip olur insanlar.
yaklaşırlar birbirlerine,
şarkım sürer sabaha kadar.
melekler uçar üstünüzde,
şarkım sürer sabah kadar.
melekler uçar üstünüzde
bu sabah uyandırmamışlar beni
ava giden dostlar
ne güzel, ne güzel...

MFÖ

14 Eki 2011

aynı

aynı yaşamları sürdüren,
başka bir oyuncuymuşuz öylece...
başkalarının yaşadığı başka şeyleri aynılaştırıp yaşıyormuşuz.
başkalarıyla beraber kırılmışız bir zaman...
Tamiri zor ve şimdiye kalmış.
Olmadı yine, başkaları gibi yapamadım dedim aynı bu hislerle.
yorgun insanlara şarkı söyleyenler vardı o kaset filmlerde. güzel bir hayat var dünyamızda dediler. umut verenler oldu insanlara. aynı sözleri farklı insanlar söyledi sabaha kadar.
sonra bir hüzün çöker umut kırıklığında. farklı zamanlarda farklı insanlara... biz hep farklıyı yaptık zannederken elit sanatçı tavrıyla..
oysa ki biz aynı yaşamları sürdüren, başka bir oyuncuymuşuz.

15 Eyl 2011

bu da diğerleri gibi

"eee, sıkılmaktan nefret ediyorum." Her şeyden ama her bir şeyden sıkılması ve nefret etmesiyle ünlü olan Somurtkan Şirin'in bir bölümde "sıkılmaktan da sıkıldığı"nı hatırlıyorum. Bence, Şirinler köyünün en sağlam karakteriydi Somurtkan Şirin.. ki bu repliği de attı ya gönlünün en derininde bu küçük sıkılgan çocuğun yerini aldı. " devrik cümleden nefret ediyorum."



" hayırdır ya.. neden böylesin?" dedi, yarım saattir muhabbetini dinlediğim, ama ne muhabbet, masadaki yazdığı kadınları aşağılayan, erkeklere de üstünlük kurmaya çalışan biarkadaşınarkadaşı, öküz adam. Çok rahattı. Kendinden emin konuşuyordu. En gıcık olduğum özelliği borazan ses tonu ve diksiyona takılıp kalmış konuşması ile tanıştığım andan beri kendisinden irrite olmamı sağlamıştı. Aslında bu halini sevenler de vardır; ama nerede yaşıyorlardır bilmem.

" nasıl, anlamadım" dedim şaşırmış bir ses tonuyla. "yaağni diyorum işte, neden böylesin.. böyle konuşmuyorsun falan.. sabahtan beri sus pus.. çok sıkılmışa benziyorsun." ha şunu bileydin, siktiğimin öküzü.. sabahtan beri yaptığın ergen muhabbetini dinliyorum, ne olacaktı öküzz!!! dedim içimden tabi; ama ağzımdan " napayım, mizacım böyle" çıktı ve gülümsedim. Yarısı dolu olan rakı bardağımla oynamaya ve diğerlerini dinlemeye devam ettim.

Biraz zaman geçtikten sonra, yani bir yarım kadeh rakılık zamandan sonra yine laf attı. " ne yapıyorsun burada, duyduğuma göre yeni gelmişsin İstanbul'a." Kaş altından baktım ve "Çalışıyorum." dedim. Nerede çalıştığımı sormadan cevap verdim premature soruya, " Bir turizm şirketinde." Peki dedi ve yanındaki arkadaşıma hafiften yazmaya devam etti.
Çok sıkılıyordum masada. İçinde bulunduğum bir grubun yarısından fazlasını tanımıyorsam, ve kendileri de vasıfsız insanlarsa sıkılmaktan alamıyordum kendimi. Eve gidip, pencereleri açıp cereyanda püfür püfür rüzgar eserken uzanmak ne güzel olurdu. Sessiz sessiz...

Zaman geçtikçe ben de açılmaya ve muhabbetlere bir kaç "haha" arka fonuyla katılmaya başlamıştım. Öküzün uzun zamandır bana sarmaması iyi gelmişti. Keyfim yavaş yavaş yerine geliyordu. Tam başlangıçları bitiriyorduk ki öküzün aklına bir şey geldi. " Şey, ya biz bu akşam 10 kişi olmayacak mıydık.. Kimin arkadası gelmedi hele?" " Ya benim arkadaşım gelecekti. Karşı yakadan geliyordu. Trafikte kalmıştır." dedi rahat bir sesle Ayça. "haaa gelir o zaman.. bu arada kız mı o gelecek olan? Benim yanım boş kızsa." "Evet Serdar, kızz; ama sakın rahatsız edeyim deme kızı." "Amaaan sen de be Ayça.. ne olacak bea." bir sus be aq, bir sus.. iç sesimle, bir yerlerine koyarken öküzün, telefonum çaldı.. Bir dakika diyerek pasaj girişin başına doğru ilerledim. Masadan kalktığımın bile farkında değillerdir, eminim.

Ekrana bakmadan açtım telefonu. Arayan karşı komşum, evdeki köpeğimin yalnız kalkmaktan ağlıyor olduğunu ve zaman zaman da ağlamasının ulumaya dönüştüğünü ve bütün apartmanın.... Sözünün tamamlanmasını beklemeden "tamam tamam geliyorum" dedim ve kapattım. sıçtıklarım, apartmandan attırmak için ne yapacaklarını bilmiyolar.. diye içimden küfür ettim masaya dönene kadar. Tam o sırada yerimde birinin oturduğunu fark edip, boştaki sandalyeye yani öküzün yanına oturdum. " Arkadaşlar, benim köpek sorun çıkarmış, eve gitmek zorundayım." dedim. Öküz, "aaaa, Arkadasın da muhabbetine doyum olmuyordu, ahaha" diye anırırken karşımda bana şaşkın şaşkın bakan onu gördüm.

" hayırdır ya. neden böylesin?"

26 Ağu 2011

ağustos gerçekleri

haşlanmış patates yemesi zorunlu bir hastaydı ve yatıyordu yirmibeşgündür bu yatakta. hastane yemekleri belli ki canını sıkmış. özlüyordu zeytinyağlı dolmaları. geçenlerde iç geçirdiğini görmüşler. "ah köyümün üzüm yaprakları, şimdi ne güzeldir toplaması." demiş, gökyüzünde günden güne daha dik ışık veren güneşe dikkat kesilerek. gün ısıdı, aylardan ağustos oldu. ve bugün her senenin bugünü gibi bütün güneşler sıcak ve bütün yapraklar güzeldi...

yanı başında kıvranıyordu bir sokak köpeği. yaralı gibi bir hali var; fakat ortalıkta kan yok. ağlamaktan bitap düşen köpekcik yere yığıldı birdenbire. ne yapacağını bilemedi çocuk. annesinin bakkala giderken, geri getirmesini tembillediği para üstleriyle aldığı aburcuburları arkadaşları da sebeplenmesin diye dış kapının merdiven altında tıkınmakla meşguldü. derken bu köpek arkadaşlarını buraya çekebilirdi. köpeği kovmaya karar verdi. hoşt dedi sessizce; köpek gitmiyordu. daha sonra köpekçiğin sırt derisine yapışık midesini görünce köpeğin sorununun açlık olduğunu anladı. elindeki tüm yiyecekleri köpeğe bırakıp gitti. şekerlemeleri de...
gün ısıdı, aylardan ağustos oldu. ve bugün de bütün çocuklar yardımsever ve bir sokak köpeği kördü...

tanımıyordu onu. tanımıyordu o güzel sarıya çalan saçlarını. daha doğrusu herşeyini biliyordu onun; ama yüzyüze hiç konuşmamışlardı. her ne kadar fotoğraflarına bakıp hoşlansa da, kızın daha çok hali, tavrı ve konuşmalarını değerli kılan birikimi çekmişti ona kendisini.
şu ana kadar kendisini umut sarıkaya'nın bir karikatür tiplemesi olan "meriç" yerine koymuştu. bi meriç olarak, sürekli aşık olduğu kızın yaşadığı hayal kırıklıkların "ağlama melis" diyerek savuşturarak geçirdi. adı meriç olmasa da o tam bir meriçti. en klasik repliği "üzülme, sana daha iyileri layık"di. hep o daha iyisinin kendisi oluşunu düşlerdi. ama o da ne yapsın, gerçekten bütün melisler çok tatlıydı. yüzüne bakmaya doyamayacağın bir melis'e karşı nasıl arkadaşça hislenilir ve dostluklar edinilebilinirdi. melis'ler tarafından sürekli yaslanılacak bir omuz görevinden bir gün istifa etti. bununla birlikte artık, o bir meriç değildi. çivi çiviyi söker hesabı başka bir kızı arar durdu. böylece unutabileceğini düşündü. fakat hep karşısına melisler çıktı ve bütün melisler hala can alıcı derecede tatlıydı.
derken bir gün onunla tanıştı. tanımıyordu onu. tanımıyordu o güzel sarıya çalan saçlarını. daha doğrusu her şeyini biliyordu; ama yüz yüze hiç konuşmamıştı. günler boyu, sabahlara kadar sohbet etti onunla. her şeyini anlattı; ama daha çok dinlemeyi sevdi. o anlattıkça dinledi, o daha da çok anlattıkça o daha da sevdi. kız ona, kendini cahil hissettirmişti. ama bundan hiç bir zaman gocunmadı. umursamadı bile. çünkü bu engin birikimli kızın ne anlattığını hiç bilemedi. ses tonu onu büyülemişti. ses tonunda tipini bile çizmişti onu hayal dünyasında. o kız tam bir ceren'di. evet kesinlikle bir ceren'di. sarıya çalan renkte uzun dalgalı saçları, ve bal rengi gözleri vardı. biliyordu ki bütün ceren'ler böyle bir güzellikteydi.
bu yeni kız melis'i unutturmuştu, evet meriçlik artık çok uzaktaki bir mertebeydi onun için. mutluydu, ama ne olduğunu kendi de bilmiyordu.
evet, kış bitmiş. bahar kendini göstermeden bizi yazın kavuruculuğuna atmıştı. gün ısımış, ısımış ağustos olmuştu. güneş her daim öğlen 12 dikliğinde, ense kökümüzü pişiyordu. gerçekler ise hiç değişmiyordu.
bütün güneşler sıcak, bütün yapraklar güzel, bütün çocuklar yardımsever, bütün melisler tatlı, bütün cerenler güzeldi.
bir köpek de kör...


14 Ağu 2011

kesilmemiş bilet

kaç kişi var adımdan dünyada
ve sen kaç tanesini tanıyorsun..
gelince bu ad hep aklına,
yüzde kaçında beni düşünüyorsun...
adım:
adım bir onikieylül ürünü
adım bir tiki insanı...
adım bir izmir çocuğu,
ve adım asla değil bir güneydoğulu...
adım bir faşistin türküsü.
adım bir insanı anca kendi kadar sevebilenlerin sevdiği...
ve adım olabilir herhangi dandik bir ismin arka takımı,
ve sen bu adı ne kadar düşünebilirsin ki?

boşver, kesilmesin adımın yanından sana bir bilet...


13 Ağu 2011

Altı Kaval Üstü Şeşhane Yazı

Yatağımın ters tarafından kalkmak istedim. Hem de binlerce kez...

Rahatsız uykularımın güzel kaçışında, o en birinci kalkma anında, solumdan uyanmayı beceremedim. Düzden gitmeye alışmış olan bu koca ayaklarım, doğalında tülden battaniyemden çıkarak üşütüyor bedenimi. Kalkıp en yakın aynaya koşmak bir ritüeldi sabahları benim için. Fakat, her gün gülen bir yüzle aynaya bakmaktan yorulmuştum en sonunda.

Aynanın en az buğulanmış kıyısına dalarken buharlanıp kaybolmak istedim. Hem de binlerce kez...

Sıcak su buharının yarattığı yüksek nem basıncında, o en nefessiz anımda, buharlanıp kaybolmayı beceremedim. Düzden nefes almaya alışmış olan solunum sistemim, doğalında gün boyu çekilen dumanların kuşatmasını kırmaya çalışıyor. Sosyal duyarlılık sahibi kanalların, gecenin dört buçuğunda verdiği sosyal sorumluluk kampanyası reklamlarındaki insanlar kadar yalandım. Bir kaç çeşit manipülasyon ustasının en üst derecede bir voltran oluşturmasıyla meydana geldim ben. İçtiğim sigaranın bile manipülatif malzemesini oluştururum. Ateşsiz kaldığımda da kandırdım sigaramı, elektrikli ocakta yakarak. Şimdi ise upuzun bir mutfak çakmağı ile yakıyorum "gold american" tütünü. Sürekli kandırsam da bana her daim sadık kalan bu laneti içerken aklıma takılır nedense hep: Ben neden DVD rafındaki hiç izlenmeyen film, ve yahut ben neden gaza gelerek başlanıp dördüncü sayfada terk edilen bir kitap...
...Olamadım.

Her evin DVD koleksiyonunda bulunan, saygı duyulmasına rağmen hiç izlenmeyen bir film olmak istedim. Hem de binlerce...

Fakat ben neyim? Bu kadar şey dedim de ben neyim?
Yatağımın hep istenen yerinden kalktım. İyimserdim, güldüm hep.
Aynalar çatırdardı; ama güzelliğimden değil. Hiç de güzel değildim ben. Güzel zannettiler, aldattım.
Düz yolda yürüdüm, küçücük bir çukur bile aldatamadı beni. Ben de hep memnun gözüktüm bundan.
Okulda, işte, arkadaşlıkta, sevgililikle ve sevişmelikte...
Ben bir Kazım'dım ve de karpuz kesmek lazımdı. Lazım olanı yaptım.
Yalanım varsa şu olayım demeyeceğim, bir çok yalanım var.
Ama ben bir Kazım'ım... Klaksonun sesine ürken bir bırtım ben. Kesmekse lazım olan; yetişir sana benim gibi bir Kazım.

Evet, güzel dostum. Binlerce kez istedim ben ters taraftan kalkmayı, binlerce kez diledim buharlaşıp gidip kaybolmayı. Bir DVD rafında rahatsız edilmeden durmayı...
Fakat ben global bir kitap satıcısındaki "Dönüşüm"üm. Yaradanım vasiyet ettiyse de yakılmamı, ben hala hayattayım. Ve de her daim yalan bir gülüşle...

16 Tem 2011

godot'ya bin selam.. bekliyoruz hala.

Bu ülkede biz neleri beklemiyoruz ki...
Neleri istemiyoruz...
Nelerin umudunu tutmuyoruz ki kursaklarımızda...
Açlığımız, ekmekle mi gidiyor, sevişmekle mi?
Gitmiyor...
Bekliyoruz onu binbir umutla, gelmiyor..
Gelmiyor barış, uçmuyor güvercin...
Anca tedirgin tedirgin gezsin insansız alanı olmayan meydanlarda...

Bu ülkede biz neler beklemiyoruz ki...
Gelmeyecek olanları...
Uğruna coplanıp, gazlandığımızı...
Finiş çizgisini en önde görüp son metrede olmayan bir şeye takılıp düşüyoruz...
Dizlerin yara olması artık en ağır gelen klişe olmuş...
Düşe düşe yorulmuş umudumuz...

Bu ülkede biz neleri beklemiyoruz ki...
Neleri istiyoruz, hangisini geldi de reddediyoruz...
Milena'nın aşkı bize gelse de, gelmese de...
Selam çakıyoruz, uzaktan şapkası gözükmüş Godot'ya...
Biz beklemeye devam ediyoruz hala...

"Kafanı eğ" dedi

"Kafanı eğ dedi" berber. "Eğ, gülüm korkma! Eğersen daha rahat nefes alırsın." Çocuk biraz daha lavaboya gömdü kafasını ama akan su burun delikleri tıkanmışcasına nefes almasını zorlaştırıyordu. Çocuğun kovadaki balık gibi kıvranmasına dayanamayan berber "hadi gülüm bittiii, bak bitti" diyerek aynadan bakarak gülümsedi.

Tatil yeni bitmişti. Yaz geceleri sabahlara kadar oturmanın cezasını ilk günün sabahında gözlerini ağrıdan açamamak olarak ödüyordu. Üstelik iki gündür oldukça kaşınıyordu. Her tarafı kaşımaktan kızarmıştı. Annesi ondan önce kalkmış kahvaltıyı hazırlamış ve çayı demlemişti. Taze demlenmemiş çayın kokusu odasına kadar gelmişti. Kalktı ve başucunda asılı duran geceden ütülenmiş önlüğünü giydi, dantelli yakasını taktı. Yüzünü yıkamak için banyoya gittiğinde gözü aynada kendine takıldı. Ne kadar da kilo almıştı. Onu düşündü ve beğenemeyeceğinden korktu. Oysa okulun son günü saçını çekmiş ve çocukça "ilan-ı aşk" etmişti. Telaştan saçlarını tarayamadı. Saçları kaşınıyordu, çok kaşınıyordu. Kaşıdıkça kaşıdı, kaşıdı ama geçmedi. "Kız!!! Sen bitlendin mi sen yoksa?!" dedi annesi telaşla.. "Getir hemen şu beyaz havluyu." Getirdi ve havluya doğru eğdi kafasını.

Yeşil gözleri çipil çipildi. Aslında köyünün geri kalanı gibi o da yemyeşil gözlere sahipti. Bu kavrulmuş tene aryenik göz şaşırılacak bir güzellik katıyordu. Onlar için alışagelinmiş bu durum fotoğrafçılar için ilgi odağı olmasını sağlıyordu. Savaşın yosun gözlü kavruk çocuğu, magazinel bir değerdi. Pulitzer'lik çok güzel(!)bir hareketti. Akbabalar çocukların çevresindeyken, cebine giren binlerce dolar okul yaşamındaki kurduğu ideal yaşamı tamamen duygusal(!) boyuta taşımıştı. Küçük Arap çocuktan bir fotomodel olmasını beklemek, onun için değişik bir şey değildi. Yeter ki yıkıkların arasındaki çipil çipil gözler kadraja otursun, başka bir şey istemezdi. Çocuğu deniz piyadelerinin bastığı küçük yıkıntı bir evin önüne götürdü. Öğlen sıcağında başladı çekmeye. Bir türlü doğru kadrajı yakalayamaması onu delirtiyordu. Bütün bu sinir harbinde akşamı getirmişti. Açlığa savaş ve kıtlık yüzünden alışmış olması ise çocuğu dayanıklı tutmuş ve gün sonunda alacağı formanın heyecanıyla fotoğrafçının dediği her şeyi yapmasını sağlamıştı; bir teki hariç. "Kafanı eğ" demişti kadın, o eğmedi. "Kafanı eğ" dedi kadın, "bak çok güzel bir poz buldum, hadi canım".. Dünyanın bütün dillerini getirdi kadın. Yıllardır kafası eğik olan çocuğa "kafanı eğ" dedi. Bilemedi kadın nedendi...
Çocuk eğmedi...

15 Tem 2011

"ölü ele geçirilen" ve "şehit olan"

ilyas başsoy, twitter'da malum olay için herkesin tersine şunu yazmıştı: '"şehit düşen" ile "ölü ele geçirilen"lerin aynı sudan içen yoksul çocuklar olduklarını kabul edene dek bu trajedi devam eder.'

urfalı asker ölüyor... izmirli gerilla öldürüyor... ölüyor...

biri kürt'ken türk.. diğeri de türk'ken kürt oluyor.

ikisine de üzülürsen suçlu oluyorsun. taraf olmayan bertaraf olur diyorlar en başındakiler. bir kürt olarak türk arkadaşlarına üzülmen suç, kürt olarak kavga etmek zorunda kalanlara üzülmek de...

oysa biri "şehit", diğeri "leş" öyle mi? insan olmak en geride kalan şey.. sahneye çıkmadan veriliyor zaten roller. çabalamak kime kalmış, çırpınmak kime...

yavrusunu öldüren bir timsah gibi baba'mız... "şehit düşen"e de sıkmış, "ölü ele geçirilen"e de... öz oğlunu da vurmuş, üvey saydığını da... yaş döküyor şimdi sürüngen soğukluğuyla...

aldanıyorlar timsah babaya.. üveyler öldürdü öz oğlumuzu diyorlar analar.. borazanlar, klaksonun çağrısına uyarak öttürüyolar, bırtlar ne bilsin, azıcık çıkan sesleri "ölü ele geçirilen"e çıkıyor. bir yalanın yardımcı oyuncunun arkasındaki figüran olarak. replikli figüran...

daha ne denir ki, ne istenir, ne dilenir... umutlar tam da ceylan derisine yazılmak üzereyken, kim eline alır keçeli kalemi de çizer boydan boya hepsini...

timsah baba yine yaptın yapacağını...

öz evladını "şehit", üveyini de "leş" yaptın...

al şu peçeteyi gözlerini sil...

9 Tem 2011

çoook uzun zaman içinde

Çoook uzun zaman içinde, hocalar ders saatinde kantindeyken, sınıf arkadaşlarım da dersteyken, ben öğrenci hayatımdan erken terhis oldum. Yarım dönem erkenden bıraktım okulumu. Sırtıma attığım dağ çantama sığdırdım 4.5 yıldır biriktirdiğim şeyleri. Bir de küçük el çantası ona yardımcı oldu.

En son sevgililer gününde kayıt yapmışım bloguma. Evet, sevgilim hala yanıbaşımda(!)... Daha doğrusu yanı başıma gelmekte.

Arada işim de oldu, iş teklifi de, iş kabulüm de ve de iş reddim de. Fakat her şey gelip geçerken, Eskişehir'in bana en büyük kazandırdığı şey olan tiyatro gelip geçmedi benden. Taze taze yeni bir ilişkiden çıktıktan sonra yenisine hiç geriye bakmadan başladım. Şimdi de kısa sürede İstanbul'da edindiğim ikinci evimin balkonunda bunları yazıyorum. Evet, her zaman her şeyin tersini yapan ben olarak Pazartesi değil Cumartesi sendromunu da kendimi yakıştırmış olacağım ki sadece haftasonu çalışıyorum. Bunun için yatma vakti çoktan geldi ve de daha gitmedi..

Evvett, çoook uzun zaman içinde herkesin başına gelebilecek şeyler geldi başıma. Yazmaya devam edelim...

14 Şub 2011

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

Oklavayla Cam Silmek

Camlarımız kirlenmiş bugün. Sanki hemen 5 dakikada kirlenmiş gibi..
Annem başımda "kalk, kalk! şu camları sil, kolum ermiyo' benim" diyor. Hay bin günaydın anne sana, sabah sabah nerden aklına geliyor ilahiii diyeceğim geldi, demedim. Dur de be kadın, bi2 kahvaltı yapayım öyle yaparım, tamam silerim camları diyesim geldi.. Onu da demedim.

Kalktım cama baktım. Harbiden de kirlenmiş lan dedim. Niye dün fark etmedim ki o kadar da dışarı bakmıştım halbuki güzel güneş güneş batarken.

Tatil için geldiğin evde, kısa süreli vakit geçireceğin evde, hem annenin hem de babanın birden hasta olması ve de senin onlara bakıyor olman ne fena bir şeymiş. Baban bataniye altında, annen de yorganın... En sevdiği şeyleri yaparlar: televizyon izlemek... Sen de hizmet edersin. Değil mi?

Halleri görüp hizmet edesim geldi; ama yapmadım. Sanırım ben biraz hain evladım.

Kahvaltıyı yaptım. Kendimi bu berbat cam silme işinden sıyırmam gerekiyordu. Bir bahane bulmalıydım, bulamadım. Tam da bulamadım derken NTV'deki o alt yazı:
- Balıkesir'de anlık yağmur olacak..

İçten içten sevinmemle beraber " anne, bak yağmur yağacakmış.. bilirsin ben boşuna iş yapmayı sevmem!! silecem yeniden kirlenicek" diyecektim, harbiden de demişim. "-Cek" ekini söylememi bitirmemle farkına vardım. Ama "itirazım var hakim bey" tavrım sonuçsuz kaldı. Sonuç olarak koca koca camlar beni bekliyor ruh hali içinde büzüldüm kaldım.

O lanet yeşil bezi alıp cama çıkar gibi oldum ki. Durdum. Sanırım bu işin daha kolayı vardı. Kolun yetişemeyeceği yerler için yerli aklı devriye sokup oklavaya koştum. Camın pisliği artık oklavanın ucunda kavuşamadığı aşkına erişme mutluluğunu elinde bulunduran yeşil bezde oldu. Oklavada da pislik vardı ama aldırmadım.

İş bitti sonuçta. Gidip yatabilirim. Yattım da, televizyon da seyrettim.

Ödülüm de annemin benim için kendi elleriyle yufkasını açıp yaptığı ıspanaklı gözleme oldu. Evet annemin kendi elleriyle açtı yufkayla...
Evet annemin açtığı yufkayla...
Evet annemin açtığı,
eliyle,
hayır eliyle açamaz,
oklavayla mı,
evet oklavayla açtığı...

Gözleme!!!

7 Şub 2011

Beyoğlu Kumpanya

 2007 yılında yedi üniversite öğrencisi tarafından kurulan sokak tiyatrosu ‘Beyoğlu Kumpanya’ bugün 30 kişiden oluşuyor. Tiyatronun müzik, dans ve sinevizyonla iç içe geçtiği bir çeşit ‘Politik revü’ yapan grup üç yıldır meydanlarda söylediği şarkıyı Çatalca Erguvan Festivali’nde de seslendirince mahkemelik oldu. Havai Kazım tiplemesinin seslendirdiği ‘Tayyip Blues’ adını taşıyan şarkıdan Başbakan şikâyetçi oldu, 16 oyuncuya kamu görevlisine hakaretten 2 yıl 8 ay hapis istemiyle dava açıldı. Grupla Beyoğlu’nda buluştuk, tam Aziz Nesin’lik olan öykülerini solist Emre Yalçın’dan dinledik.


İlk sokak oyunumuzu Cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde oynadık. Irak savaşı devam ediyordu. Üniversite kulüplerinde siyasetin tamamıyla sanat dışına itildiği bir atmosfer vardı. Hem estetik hem politik olabilecek, pek çok insanın dile getiremeyeceği şeyleri nasıl ortaya koyabiliriz diye düşündük. Hicivdi amacımız. Bir ABD askeri çıkarıyorduk sahneye, Rambovari bir figür. Son sahnede anlatıcı anlattığı oyunu bölüp, “Bundan mı korkuyoruz” diyordu. Sonra Telekom grevi, tersane işçilerinin ölümü ve parasız eğitim üzerine oyunlar sahneledik. Üniversitenin kantini bölünüp satılmaya çalışılıyordu o dönem. ‘Paranız Batsın’ diye bir oyun yaptık.


‘REFERANDUMA HAYIR’I OYNADIK
Referandum öncesi oynadığımız ‘Eylül’den Eylül’e’ oyunumuzda tam bir akıl netliği içinde, hayır demenin gerekliliğini işledik, neden hayır dediğimizi anlatmaya çalıştık, farklı denemeleri sahneye taşıdık, müzikle harmanladık. Daha çok konser formatında ama tiyatro havası olan revünün direkt karşılığıydı yaptığımız. İlk örneği de ‘Ülkemizden’di. ‘Tayyip Blues’ bunun parçalarından biriydi. Tüm sözleri, oyun metinlerini ortak yazıyoruz. Sözlerini de grupla birlikte yazdık, müziğini de beraber besteledik. Kumpanya mantığı ile yaptık bunu. Sekiz dakikalık bir şarkı bu.
BİZİM KUMPANYAYI  ‘HAVAİ KAZIM’ YAKTI
‘Havai Kazım’ diye bir tiplememiz var, Antalyalı. Kanal kanal gezerken, bu iktidarla birlikte ülkemizde yaşanan değişimleri tek tek görüyor. Bunlardan bir tanesi sabahları kadın programlarında artık soğanın sağlık sorunlarını ortadan kaldırdığına dair, bir başkası Başbakan’ın üst perdeden konuşmaları. Sinirleri bozuluyor. Tam o sırada yakın çevresinden biri geliyor ve “Kazım Abi belediyedeki arkadaşlardan birini işten çıkarmışlar” diyor. Bunu da duyduktan sonra “Bu kadarı yeter” diyor, müzik başlıyor.
OYUNCUYU KOLUNDAN ÇEKTİ
Çatalca Belediyesi’nin Erguvan Festivali’ne çağrıldık. Afişler asılıydı gittiğimizde. 16 kişiydik. Meydan hıncahınç doluydu. Halkın tepkisi çok hoştu. Oyunumuzda mizahi unsurlar ağır bastığı için güzel tepkiler alıyorduk. ‘Tayyip Blues’ şarkısına geldiğimizde insanlar katıldı bize, hep beraber nakaratı söylediler. O insanların yüzlerindeki, korkmadan Başbakan’a bir şey söyleyebilmenin verdiği coşkuyu görebiliyorduk. İktidar partisinin ilçe başkanı da oradaymış. Arkadaşımızın kolundan tutarak “Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz, böyle şarkılar söylemeyin, söylenmez” diyerek çekiştirmeye başladı sahnede.
Tepki alamayınca daha da hiddetlenerek, arkasına birkaç da adam alarak kulise geldi aynı kişi. “Nerede o arkadaş” diye bağırarak, ‘Havai Kazım’ı arıyor. Kostüm değiştiriyordum, tanıyamadı beni. “Beyefendi çıkar mısınız” dedim. Birden yabancılaştı duruma ve “Pardon” deyip çıktı. Gittiği yer dalgalanıyor, belli ki nüfuzlu bir adam.
POLİS OTOBÜSÜN ÖNÜNÜ KESTİ
Bunlar olurken organizasyonu yapanların tedirginliği başladı, “Aman ha! Bir sıkıntı olmasını istemiyoruz” filan diyorlar. “Kardeşim siz bizi çağırdınız, CD’leri yolladık, izlediniz” dedik. Organizasyonu yapanlar gösteriyi yarıda kestiler. Tartıştık. Neyse toparlanıp otobüse bindik. Aracın önünü polis kesti, “Gözaltına alındınız” dediler. Biz suçumuzu sorduk. Dediler ki, “Partili başkan suç duyurusunda bulundu.” Sonra da lafı çevirip, GBT taraması yaptıklarını söylediler.
KULİS BASAN İHBARCI
Kimliklerimizi topladılar. 40 derece sıcakta 30 kişi otobüsün içinde bekletildik. İçeri alacaklar, küçücük bir kodes, kimlikleri vermiyorlar. Olaylar iyice Aziz Nesin’lik hal aldı. Savcılığa 15 gün sonra ifade vermeye gittik. Tek tek anlattık. “Biz tiyatro grubuyuz, hakaret etmiyoruz, hiciv yapıyoruz” dedik. Bizden şikâyetçi olan partiliyi tanık olarak yazdılar sonra.
ÜÇ YILDIR BU ŞARKIYI SÖYLÜYORUZ
Biz bu şarkıyı üç yıl söyledik. Hatta daha ağır sözleri vardı, değiştirdik sonradan. Bizce güzel olan şey, oradaki halkın gösterdiği pozitif tepkiydi. Davayı umursamıyoruz. Başka tiyatrocular da, karikatüristler de böyle davalara maruz kaldı. Öğrenciyiz, sanat yapıyoruz, kimseye hakaret etmiyoruz. İTÜ’deki arkadaşlarımız gözaltına alındığında şikâyetçi olmayacağını söylemişti Başbakan ama iddianamenin üstünde işportacı sözünden ötürü şikâyetçi olarak ismi var şimdi. Umarız sanatçıya açılan son dava olur bu.

MUAYENESİ YOK DİYE KOSTÜM ARACINA EL KONULMUŞ
YTÜ Davutpaşa Kampusu’nda ‘Paranız Batsın’ adlı oyunu oynamıştık. Özel güvenlik birimlerinin nasıl polis tarafından kullanıldığına dair bir bölüm de vardı. Oyunumuzu bitirdik, çok güzel tepkiler almıştık. Çıkışta dekorları taşıdığımız arabamızla Çapa’ya geçecek, oradaki öğrencilere de oynayacaktık. Arabanın altını üstünü didik didik arayıp, bu arabanın muayenesi eksik diye bağladı polis. Dekorları da aldılar içinden. Çapa’da oynayamadık.


10 Oca 2011

Bok Levazımatçısı'na Sesleniş

Evet, bitirdin arkadasım.
Tüm sabrımı, düzelmesi için kurduğum ümitlerimi öldürdün.
Bitirdin..
Herşeyin başı sen sandığın için
bitti bu akşam.
Bu akşam bitti;
dört yılın, sadece hatırada kalacak olan, üç kuruşa indirgenmiş
emeği...
Emeğimi yedin sen müdür!
Emeğimi...
İnsanların uğruna birbirini yediği
emeği öldürdün..
Takmayarak, görmeyerek
görmek istemeyerek.
Bir hayvan çiftliğin var senin,
Albee'nin yazdığı gibi..
Oranın müdürü zannediyorsun kendini.
Fakat; çok düşünme:
o hayvanların da gerçekleri görebildiğini ve değiştirebileceğini..
Görme..
Devam et müdür!
Hayvan çiftliğinde bok üretmeye..
Kilolarca..
Bok.

terk

ikiyüz adam varmış...
iki yüz müdür.
müdür zannedermiş kendisini..
ikiyüzlü adamlar varmış ve de ikiyüzlü müdür..
müdür zannedermiş kendini...
karargahın bahçesindeki son gece..
dağıt laleleri, gülleri..
git köründe gecenin..